Cuma Sohbetleri

21.09.2012

İLİM VE ÖNEMİ

Muhterem Müslümanlar!
Yüce dinimiz İslam; her şeyden önce okumaya ve öğrenmeye, ilme ve araştırmaya büyük önem vermiş; okuyup öğrenmenin, araştırıp bilgi sahibi olmanın önünde hiçbir mazeret ve engel tanımamıştır.

Aziz Kardeşlerim!
Hz. Peygamber ve onun şahsında tüm insanlara okumayı, düşünmeyi, ilimle aydınlanmayı emreden bir dinin mensuplarıyız. Asırlar önce bütün dünya buhranlar ve cehaletin karanlığı içerisinde boğulurken, bilgi, hak ve hukuk gibi kavramlardan bihaberken, İslam güneşi insanlığa “OKU” emriyle doğmuştur.
Nitekim Yüce Rabbimiz insanlığa hidayet rehberi olarak sunduğu bu İlahi Kelamın ilk hitabı şöyle olmuştur; “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak" dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı ve insana bilmediğini öğretendir.”
Yüce Yaratıcıdan, mahlûkatın en mükerrem ve en mükemmeline gelen ilk hitapta kalemden bahsedilip, okumanın emredilmiş olması, özellikle bizim açımızdan dikkate değer bir husus olmalıdır.

Değerli Müslümanlar!
İnsanların ve toplumların yükselmesi, insanlığın huzur ve mutluluğa erişmesi, ancak ilimle ve sağlam ve faydalı bir bilgi sayesinde mümkündür. Bundan dolayı Sevgili Peygamberimiz, ümmetine ve insanlığa, hem dünyada hem de ahirette huzuru ve mutluluğu yakalayabilmeleri için ilmi hedef göstermiş ve buyurmuştur ki; “İlim Çin’de de olsa arayınız. Zira ilim talep etmek her müslüman’a farzdır”

İnsanın süsü ve zineti olan, insanın şeref ve kıymetini artıran ilim, sadece bu dünyada değil, ahirette de mutluluk ve kurtuluş kaynağıdır. Peygamberimiz konu ile ilgili hadis-i şeriflerinde; “ Kim ilim tahsil etmek üzere bir yola girerse, Allah o kişiye Cennetin yolunu kolaylaştırır.” “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” buyurarak ilme, ilim sahibine ve ilimle meşgul olmaya İslam dininde ne kadar çok değer verildiğini açıkça belirtmiştir.

Aziz Mü’minler!
Yaratanı hakkıyla tanıyıp, O’na karşı saygılı olmanın ve gereğince kulluk edebilmenin yolu ilimden geçmektedir. “Allah’a karşı ancak kulları içinden âlim olanlar, derin saygı duyarlar.” ayet-i kerimesi de bu hakikati anlatmaktadır. Rabbimiz katındaki değerimizi ve derecemizi belirleyen ölçü de ilimdir. Kur’an bizlere bunu “Allah, içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” şeklinde haber vermektedir. Efendimiz (sav) de, bir yandan “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyururken, diğer taraftan da, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimsenin gıpta edilmeye değer olduğunu belirtmiştir.

Aziz Mü’minler!
Dünya ve ahretimizi mamur edebilmemiz ve Rabbimize karşı kulluğumuzu kemale erdirebilmemiz ilim sayesinde mümkün olacaktır. Bu yolda bizi hedefe ulaştıracak olan şey ise, vaktimizi iyi değerlendirmek, okuma sevdalısı olmak, ilim sahiplerine ve ilim meclislerine gereken ilgiyi ve hürmeti göstermek olacaktır. Evlerimizi, bulunduğumuz ortamları, bilginin anahtarı olan kitaplarla donatmalı, okumaya vakit ayırmalı ve bu konuda çocuklarımıza da güzel örnek olmalıyız.
Sohbetimi bir ayet mealiyle bitiriyorum; “Deki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Hayırlı Cumalar RFC işlerinizde başarılar dilerim.
 

28.09.2012

YETER Kİ GÖNÜLLER ENGELLİ OLMASIN
Kardeşlerim!
Bazı bedensel kusurları sebebiyle topluma katılmaktan çekinen ve bu yüzden çölde yaşamayı tercih eden, Zâhir isminde bir sahâbî vardı. Zâhir, Efendimiz (s.a.s)’e her gelişinde, yetiştirdiği ürünlerden hediyeler takdim ederdi. Zaman zaman pazardaki alışverişlerinde de Zâhir’e yardımcı olan Peygamberimiz kendisini çok sever ve ona sürekli iltifat ederdi.
Bir gün Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği ürünleri satarken, Efendimiz (s.a.s.), sessizce gelip Zâhir'in gözlerini kapattı ve şakayla: “Bu köle satılıktır; almak isteyen var mı?” diye seslendi. Zâhir, boynu bükük ve hüzünlü bir edâ ile: “Yâ Rasûlallah! Vallahi benim gibi değersiz bir köleye kuruş veren olmaz!” deyince; Peygamber Efendimiz: “Hayır! Sen, hiç de değersiz değilsin! Aksine Allah katında çok kıymetlisin!" buyurdu. Şefkatiyle herkesi kucaklayan Rahmet Peygamberi, bu tavrıyla asıl önemli olanın insanî değerlerle donanmak, her ne olursa olsun dünyada varoluşumuzun gayesini unutmamak olduğuna işaret etti.
Değerli Kardeşlerim!
Hepimiz bir imtihan dünyasında yaşamaktayız. İmtihan ise herkesin gücüne ve sahip olduğu nimete göredir. Âdem (a.s) ile Havva annemizden günümüze değin insanlık, türlü imtihanlara tâbi tutulmuştur ve kıyamete kadar da tutulacaktır. Kimileri malıyla, kimileri evladıyla, kimileri canıyla ya da fiziksel bir engelle denenir kulluk yolunda. Bu imtihan süreci sabır ve metanetle geçirilirse Rabbimiz tarafından vaat edilen nimetler bizim olacaktır.
Kardeşlerim!
Rabbimizin hikmeti gereği birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de engelli kardeşlerimiz bulunmaktadır. Gerek doğuştan, gerekse sonradan ortaya çıkan engellilik durumu çalışmaya, üretmeye, başarıya ve nihai hedefe ulaşmaya asla engel değildir. Engelli olduğu halde azimle, inançla kararlılıkla çabalayan ve tarihe adını yazdıran nice abide şahsiyetler vardır. Yeter ki insanların önüne engeller konulmasın. Yeter ki gönüller engelli olmasın, engel tanımasın.
Engelli olmak, hor görülme, itilip kakılma sebebi de değildir. İnsanlar, kendi tercihi olmayan durumlardan dolayı hiç kınanabilir mi? Hepimiz, görünüşe değil; gönle değer veren Allah’ın kulları değil miyiz? Bizim Peygamberimiz, “Allah sizin görünüşünüze, malınıza, mülkünüze bakmaz; yalnızca kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyurmaz mı? Dinimize göre asıl üstünlük, Allah’a yakın olmak ve insanlığa hayırlı hizmetler sunmakta değil midir? Elbette ki öyledir.
Kıymetli Kardeşlerim!
Dinimiz insanı, zübde-i kâinât ve eşref-i mahlûkât olarak görür. İlahi hikmetlerle dolu Yüce Kitabımızda ise, her türden insanın; sağlıklı ve hastaların, engelli ve sağlamların, inananlar ve inkarcıların, zenginler ve yoksulların, şükredenler ve nankörlük edenlerin, kadınlar ve erkeklerin, yaşlılar ve gençlerin tasviri hep birlikte zikredilir.
Yüce Kitabımızda, Musa gibi dilinde düğüm olanlar, evlat hasretiyle döktüğü yaşlar sonucu gözlerini kaybeden Yakup’lar vardır. Yakalandığı amansız hastalıktan dolayı bîçare hale gelen fakat yine de isyan etmeden Rabbine sığınan Eyüp’ler vardır.
Kerim Kitabımızda, gözleri görmeyen Abdullah İbni Ümmi Mektum’u farkında olmadan incittiği için, âlemlerin Rabbi tarafından ikaz edilen Son Peygamberin hatırası vardır. O Peygamber ki, daha sonra o zâtı defalarca Medine’de kendi yerine vekil olarak bırakmıştır. Yine O Peygamber ki, ortopedik engeli bulunan Muaz b. Cebel’i genç yaşına rağmen vali tayin etmiştir. Bunları yaparken ise Efendimiz, fiziksel özellikleri değil, liyakati, aklı ve bilgiyi öncelemiştir.
Kardeşlerim!
Dinimiz, görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, güçsüzün eli, konuşamayanın dili olmayı sadaka kabul eder. Buna mukabil, engelli birine engel olmayı, rahatsızlık vermeyi ise lanetler. Unutmayalım ki asıl engelliler aklını, gönlünü, kalp gözünü, elini, dilini bilgiye, şefkate, merhamete, hikmete ve ilahi gerçeklere kapayıp, insanlığını ayaklar altına alanlardır. Engelli pek çok kardeşimizin, engin gönül yapısıyla Allah katında çok değerli olabileceğini göz ardı etmeyelim.
Diyanet İşleri Başkanlığımız, 1-7 Ekim tarihleri arasında kutlanan Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nın bu seneki temasını “cami ve engelliler” olarak belirlemiştir. Başkanlık olarak, seksen beş bini bulan camilerimizin, engellilerimizin rahatça ulaşacağı ve ibadetini yapabileceği camiler olmasını amaçlıyoruz. Konuya hafta boyunca yoğun bir şekilde yer verecek olan Başkanlığımız, engelli kardeşlerimize yönelik toplumsal bilinçlenmenin oluşmasını hedeflemektedir. Bu vesileyle söz konusu haftanın hayırlara vesile olmasını, darda kalanlara rahatlık, hasta olanlara şifa vermesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Hayırlı Cumalar RFC İşlerinizde Başarılar Dilerim.
 
05.10.2012

AİLENİN ÖNEMİ

Muhterem Müslümanlar!
Aile, anne-baba ve çocuklardan meydana gelen toplumun en küçük kurumu ve en temel taşıdır. Aile, neslin devamının sağlandığı; hayata dair bilgi, inanç ve kültürün gelecek kuşaklara aktarıldığı en önemli ortamdır.

Kıymetli Müminler!
Dünyaya geldiği anda korunmaya, sevgi ve şefkate en çok ihtiyaç duyan insanoğlunun, içerisinde sağlıklı bir şeklide yetişeceği yegâne kurum aile çatısıdır. İnsan aile çatısı altında dünyaya gelir, eğitilip yetiştirilir ve hayata hazırlanır. İnsanın gönlüne inanç ve sevgi tohumu aile ocağında atılır. Vatan ve millet sevgisi, birlik ve beraberlik duygusu gibi değer yargılarının ilk aşısı ailede yapılır. İnsanın karakter ve kişilik çatısı yine ailede çatılır.

Aziz Kardeşlerim!
Toplumunu oluşturan ve toplumun hayat damarı olan ailenin geleceği, başta anne-babalar olarak, aileyi oluşturan bütün bireylerinin karşılıklı görev ve haklarının farkında olmasına; birbirlerine anlayışla yaklaşabilmelerine ve sevgiyle kucaklaşabilmelerine bağlıdır. Ailenin harcı olan bu sevginin kaynağını Yüce Allah şöyle ifade etmektedir; “Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir…”
İlahi bir bağ ile birbirine bağlanmış olan anna-babanın oluşturduğu bu kutsal yapının en temel görevi neslin sağlıklı bir şekilde devamını sağlamaktır. Aileler, kendilerine Yüce Yaratıcının göz aydınlığı ve mutluluk kaynağı kıldığı evlatlarının, aynı zamanda bir emanet olduğunun bilincinde olmalı; onları imanlıyla ve ahlakıyla, günün gereği olarak bilgili ve donanımlı bir şekilde yarınlara ve sonsuz hayata hazırlamalıdırlar. Bu husustaki sorumluluğumuza Yüce Allah (c.c.): “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” ayet-i kerimesi dikkat çekmektedir.

Değerli Müminler!
Günümüzde iletişim teknolojisi baş döndürücü bir hızla gelişmekte; gerekli-gereksiz her türlü bilgiye kolayca ulaşılabilmektedir. Telefon ve internet aracılığıyla adeta dünyayı cebimizde taşımaktayız. Bu da günümüzde, aile yuvası kuran ve evlat sahibi olan anne-babaların görev ve sorumluluklarını daha da ağırlaştırmaktadır. Çocuklarımızın kimlerle arkadaşlık yaptıklarına, hangi ortamlarda bulunduklarına, hangi fikir ve düşünceyi paylaştıklarına ve kimlerin takipçisi olduklarına dikkat etmemiz gerekmektedir. Çünkü hepimiz sorumluluk sahibi kimseleriz. Bu hususta Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyuruyorlar ki; “Hepiniz yöneticisiniz. Ve hepiniz yönetiminiz altına verilenlerden sorumlusunuz. Amir, memurunun; erkek, ailesinin; kadın da evinin ve çocuğunun yöneticisidir. Sonuçta hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönetiminiz altındakilerden sorumlusunuz.”

Muhterem Kardeşlerim!
Ailemiz, hayatta kendisiyle huzur bulduğumuz ve güvende olduğumuz, her türlü mutluluğu içinde tattığımız, bizim dünyadaki cennetimiz olmalıdır. Bu sebeple sahip olduğumuz ailemizin değer ve kıymetini bilelim. Eşimize, evlatlarımıza ve aile ocağımıza sahip çıkalım. Hayırlı evlatlar yetiştirip arkamızda hayırlı nesiller bırakmaya çalışalım. Hutbemi bir ayet mealiyle bitirmek istiyorum. “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder öyle”

Hayırlı Cumalar RFC İşlerinizde Başarılar Dilerim.
 
12.10.2012

HACC İBADETİ
“Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”

Muhterem Kardeşlerim!
Dinimizin beş temel esasından biri de hac ibadetidir. Ergenlik çağına gelmiş, akıl ve beden sağlığı yerinde olan, hür bulunan ve gücü yeten her müslümanın ömründe bir defa hacca gitmesi farzdır. Başta okuduğumuz ve hutbemize manasıyla başladığımız ayet-i kerime ve Peygamber Efendimizin “Ey insanlar! Allah (c.c.) haccı üzerinize farz kıldı, öyleyse haccediniz.” hadis-i şerifi bu farzıyeti ifade etmektedir.

Değerli Mü’minler!
Müslümanın amelindeki temel gaye Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Onu bu hedefe ulaştıracak olan amellerden biri de; namazdan tavafa, zikirden tefekküre kadar bütün kulluk vazifelerini ve ibadet şekillerini kendisinde toplamış olan hac farizasıdır. Kelime olarak yönelmek, kastetmek, bir kimseyi ya da bir yeri çokça ziyaret etmek anlamlarına gelen hac, dini bir terim olarak; "Mekke şehrindeki Kâbe'yi ve civarındaki kutsal sayılan özel yerleri, özel vakit içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer görevleri yerine getirmek” demektir.

Aziz Müminler!
Hicretin 9. yılında farz kılınan hac, hem mal hem de beden ile yapıldığından diğer ibadetlerden farklı özelliklere sahiptir. Hacca giden bir müslüman Allah’ın rızasını kazanmak için bedenen birçok zorluğa göğüs germekte, aynı zamanda malının bir kısmını da Allah yolunda harcamanın

mutluluğuna erişmektedir. Dünya coğrafyasının her bir köşesinde yaşayan renkleri, dilleri, ırkları, örf ve adetleri farklı milyonlarca Müslüman hac ibadeti sayesinde bir araya gelmektedir. Tevhit inancına sahip olmanın ve birlikte ibadet etmenin mutluluğunu yaşamakta; böylece ümmet olma şuuruna ermektedirler. Beş vakit namazında bir ömür uzaktan kendisine yöneldiği Kabe-i Muazzama’nın karşısında durup onu seyretmenin, tavaf ve dua ile Rabbe yönelmenin; yeşil kubbenin altında, sevgili Peygamberimizin manevi huzurunda bulunup, kendisine selam vermenin heyecanını, huzur ve mutluluğunu yaşamaktadır. Ayrıca Kur’an’ın indirildiği, İslam’ın yeryüzünü şereflendirdiği ve Saadet Asrı’nın yaşandığı yerlerde bulunmak ve o zamanları yaşamak, hacının imanını kuvvetlendirmekte ve inancı konusunda müslümanı şuurlu bir hale getirmektedir.

Kıymetli Kardeşlerim!
Hac’da manevi duygular doruk noktasına ulaşmakta; bütün müminler hep birlikte, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk!” “Buyur Allah’ım Emrine amadeyim. Buyur!” anlamına gelen “Telbiye”yi okumakta, Yüce Allah’tan af ve mağfiret dilemektedir. Kâbe’yi tavaf ederken, Arafat’ta vakfe yaparken, kendisi, aile fertleri, ülkesi ve tüm Müslümanlar için can-ı gönülden dua etmektedir.
Hac, bir müslümanın, malını ve canını Allah rızası için feda edebileceğini gösteren en güzel kulluk ifadesidir. Günlük giysilerini çıkararak ihrama giren bir mümin, mahşerin provasını yapmakta, dünyanın, malın ve mülkün, makam ve mevkinin geçici olduğunu, ahirete sadece iyi ve kötü amelleriyle gideceğini bu kutsal mekânlarda yaşayarak hissetmektedir.

Kıymetli Kardeşlerim!
Sohbetimizi konumuzla ilgili bir hadis meali ile bitirelim. “Allah katında makbul bir haccın karşılığı ancak cennettir.”

Hayırlı Cumalar RFC işlerinizde Başarılar kolaylıklar dilerim.




 

19.10.2012

ŞÜKÜR VE KANAAT

Aziz Müminler!
Şükür; iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimet ve iyiliği anıp, sahibini övmektir. Başka bir ifadeyle şükür, Rabbimizin nimetlerinin, dilimizde itiraf ve övgüyle; kalbimizde şahitlik, muhabbet ve sevgiyle; organlarımızda da itaat etme ve boyun eğmeyle karşılık bulmasıdır. Şükrün karşıtı, nankörlük etmek, nimeti ve nimetin sahibini unutup, örtmektir.
Kanaat ise, kişinin çalışıp çabaladıktan sonra alın teri karşılığındaki kazancına razı olması, kendisinin ve sorumluluğu altında bulu¬nanların ihtiyaçlarını asgari ölçüde karşı¬layabileceği maddî imkânlarla iktifa edip başkalarının elindekine göz dikme¬mesi, aşırı kazanma hırsından kendini kurtarma¬sı demektir.

Muhterem Kardeşlerim!
Her bakımdan en mükemmel şekilde yaratılmış olan insanoğlu, verilen sayısız nimetler karşısında da kulluğunun gereğini yerine getirecek ve şükreden bir kul olacaktır. Nasıl ki bize, küçücük bir iyilik ve ikramda bulunan kimseye, insani olarak teşekkür ediyorsak; bizi yaratan, yaşatan ve bizlere sayısız nimetler veren Rabbimize karşı da her daim şükür ve minnet duyguları içerisinde olmalıyız. Sahip olduğumuz nimetlerin veriliş hikmetinin şükür olduğunu ve şükrü gerektirdiğini de Rabbimiz şöyle ifade ediyor; “Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” Bu sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirdiğimizde, Yüce Rabbimiz şükrümüzün karşılığını vereceğini vaat ederek; “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım; yok eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” buyurarak bizleri hem müjdeliyor hem de nankörlükten sakındırıyor.
Değerli Kardeşlerim!
Bizler, nimetlere şükür konusunda da Peygamberimizi kendimize örnek almalıyız. Sevgili Peygamberimiz rabbine kulluk ve şükür için geceleri kalkıp, ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar hırpalıyorsun?)" denilince; Peygamber Efendimiz bu soruya, "Şükredici bir kul olmayayım mı?" şeklin cevap veriyordu." Yine Efendimiz (s.a.v.) sevinçli ve mutluluk veren bir hadiseyle karşılaşınca Allah'a şükretmek üzere secde kapanırdı.
Kıymetli Müminler!
Şükrün en ileri derecesi olan kanaatkârlık, Efendimizin dilinde, iffet, tok gözlülük ve gönül zenginliği olarak belirtilmiş , gerçek zenginliğe mal çokluğuyla değil, ancak gönül tokluğuyla erişilebileceği ifade edilmiştir. Çünkü insanoğlu dünya nimetlerine karşı son derece aceleci, hırslı ve doyumsuzdur. "İnsanoğlu iki vadi dolusu altına sahip olsa, buna bir üçüncüsünü daha eklemek ister.” hadis-i şerifi bu hakikati ifade etmektedir. Sahabeden Sa'd b. Ebi Vakkâs’ın, oğluna bu konuda şöyle nasihatte bulunduğu nakledilir: "Oğlum! Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaatı olmayanı servet zengin kılmaz.

Kıymetli Kardeşlerim!
Hâlbuki dünyada mutluluğa, ahirette kurtuluşa, ancak müslüman olmak, yeterli bir geçime sahip kılınmak ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmeyi bilmekle ” ulaşılır.
Hutbemi şu hadisi şerif mealiyle bitirmek istiyorum: "Kanaatkâr ol ki, insanlar içerisinde Allah'a en çok şükreden olasın."

Değerli Kardeşlerim!
İdrak edeceğimiz Kurban bayramı vesilesiyle araçlarıyla seyahat edeceklerin, araçlarının bakımını yaptırmalarını, uykusuz ve dikkatsiz araç kullanmamalarını, trafik kurallarına uymalarını hatırlatır, şimdiden hayırlı bayramlar dilerim.

Hayırlı Cumalar RFC işlerinizde kolaylıklar, bereketler, okuyan kardeşlerimize derslerinde başarılar, hastalarımıza şifalar dilerim.
 
02.11.2012

İSLAM’’DA EDEP VE HAYÂ

Kıymetli Kardeşlerim!
Biz insanoğlunu, yaratılmış diğer varlıklardan ayıran, değerli ve üstün kılan bazı özellikler vardır. Aklımız, inancımız ve ahlakımız, sorumluluk bilincine sahip olmamız ve Rabbe kul oluşumuz bunların başında gelmektedir. Bunların içerisinde, imandan kaynaklanan ve imanı besleyen öyle bir özellik var ki insanın en güzel süsü ve zineti olacak niteliktedir. Bu, ahlaki güzelliklerin tamamlayıcısı olan haya duygusudur.
Utanma ve çekinme manalarına gelen haya; nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi", "kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı insanın yü¬zünü kızartan sıkıntı" demek olup; dine, akla, örfe, medeni ve insani kanunlara aykırı her türlü çirkin şeyden uzak kalmayı ifade eder. Dinimiz, yiyip-içmekten giyim-kuşama, oturup-kalkmaktan çalışıp istirahat etmeye, Yaratana kulluk etmekten yaratılmışa muameleye kadar her türlü tutum ve davranışımızı edep ve hayâ ölçüsü çerçevesinde belirlemiştir.

Aziz Müminler!
İslam’da utanma duygusu, “Hayâ imandandır” düsturu ile dinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Böylece iman sahibi gönüllerin, hem fıtrat gereği hem de imanları gereği Yaratanına karşı, insanlara karşı, topyekun çevreye ve bütün dünyaya karşı edepli, hayalı ve ahlaklı olması hedeflenmiştir. Sahip olduğumuz haya duygusu bizleri, her an bir hataya düşmekten; dünyevi ve uhrevi açıdan kınanıp ayıplanmayı gerektirecek her türlü beladan, mahcubiyet ve zilletten uzak tutacak ve koruyacaktır. Şairin dediği gibi;
Edep bir taç imiş nur-i Huda’dan.
Giy o tacı, emin ol her beladan.

Sahip olunması arzu edilen ve Peygamber Efendimizin de hayatında sergilediği ahlaki faziletlerin en üstünüdür haya. Ebû Saîd el-Hudrî Sevgili Peygamberimizin sahip olduğu bu haya ve utanma duygusunu: “Resûlullah (s.a.v.) örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bunu yüzüne bakınca anlardık.” şeklinde ifade ediyor. Haya sahibi bir kimse öncelikle kendisinden hayasızlık manasına gelecek kötü söz ve davranışlardan sakınacak; sonra da hoşlanılmayacak bir durum karşısında umursamazlık gösteremeyecek ve imanından gelen haya duygusu yüzünde belirecektir. Hayasızlığın sergilendiği ortamı paylaşmayacak ve o oradan hemen uzaklaşacaktır.

Kıymetli Müminler!
Geçen zamanın olumsuz etkisi her güzelliği törpüleyip aşındırdığı gibi utanma ve çekinme duygusu olan haya anlayışımızı da maalesef olumsuz yönde etkilemiştir. Günümüzde, hoş olmayan bir tavır ve davranış, söz veya hareket karşısında yüzü kızarmak ve utanmak, arzu edilmeyen ve terk edilmesi gereken bir zayıflık olarak değerlendirilmekte; bu güzel haslete sahip olan insanlar alay konusu edilmekte, hor ve hakir görülmektedir. Utanmazlık ve hayasızlık bir üstünlükmüş gibi sergilenmekte, insanının duyunca bile yüzü kızaracağı hal ve hareketler hiç umursamazca Yaratanın huzurunda ve yaratılmışların önünde sergilenebilmektedir. Bunun aksine Peygamber Efendimiz, utangaç davranan bir kardeşine bu huyunu terk etmesini söyleyen Medine’li bir müslümanın yanından geçerken ona: “Bu kişiyi kendi haline bırak; zira hayâ imandandır” buyuruyordu.

Değerli Kardeşlerim!
Gelecek nesillerin ve toplumun ahlakı ve terbiyesi üzerinde hiç şüphesiz en büyük sorumluluk evlat sahibi olan anne ve babalara düşmektedir. Zira ağacın yaşken eğildiği, tertemiz dimağlara ilk aşının yapıldığı ve ilk terbiyenin verildiği yer aile ocağıdır. Anne ve babalar, hiçbir şey bilmezken annelerinin karnından çıkarılan , İslam fıtrat ve ahlakı üzerine tertemiz olarak dünyaya gelen evlatlarını en güzel şekilde terbiye etmek, İslam inanç ve ahlakı, edep ve terbiyesi üzerine yetiştirmek sorumluluğu altındadırlar.

Sohbetimizi bir ayet ve bir hadis mealiyle bitirelim.
Yüce Rabbimiz buyuruyor ki; “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
Peygamber Efendimiz de; “Hayânın hepsi hayırdır” buyuruyor.

Hayırlı Cumalar RFC
 
16.11.2012

KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

Muhterem Müminler!
İnsanoğlu sosyal bir varlık olarak yaratılmıştır. Ve çevresiyle kurabildiği ilişki ölçüsünde huzurlu, mutlu ve güven içerisinde bir hayat sürebilecektir. Bizim çevremizi oluşturanlar içerisinde ailemizden sonra, belki de çoğu zaman ailemizden daha fazla kendileriyle karşılaşıp görüştüğümüz komşularımız yer almaktadır.
Hayatın sevinç ve hüznünü, iniş ve çıkışlarını kendileriyle paylaştığımız, canımızı, malımızı, ailemizi ve sırlarımızı kendilerine emanet ettiğimiz komşularımız.

Muhterem Kardeşlerim!
Yaşamı birlikte paylaştığımız bu insanlara karşı yerine getirmemiz gereken bazı sorumluluklarımız vardır. Gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse Hz. Peygamberin yaşantısında ve sözlerinde komşuluk ilişkilerine verilen önem tekrar tekrar ifade edilmiştir. Nitekim başta okuduğumuz ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz, kendisine kullukla birlikte komşuya iyilik etmeyi emretmektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, hadis-i şeriflerinde: “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” derken de; “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna iyilik etsin.” buyururken de bu hakka vurgu yapıyordu.

Kıymetli Müminler!
Görüldüğü gibi kişi, Müslüman ve gayr-i müslim, din ve dindarlık, iyi ve kötü ayrımı yapmaksızın bütün komşularıyla iyi geçinmek durumundadır.
Bir soru üzerine Sevgili Peygamberimiz, bu hakkı nasıl yerine getirebileceğimizi genel hatlarıyla şu şekilde ifade ediyorlardı: “Hastalandığında ziyaretine gidersin, vefat ettiğinde cenazesinde katılırsın, borç istediğinde borç verirsin, darda kaldığında yardımına koşarsın, bir nimete kavuştuğunda tebrik edersin, başına bir musibet geldiğinde teselli edersin…”

Muhterem Müminler!
Komşuya iyilik etmek, onu görüp gözetmek elbette ki faziletli bir davranış olacaktır. Ama öncelikle komşuya haksızlık ve eziyet etmekten sakınmalı ve onlara karşı güvenilir kişi olmalıyız. Komşumuz bize canı, malı, ırzı ve namusu hususunda güvenebilmelidir. Evinden çıktığı zaman gözü arkada kalmamalıdır. Zira güvenilir olmak Müslüman olmanın gereğidir.
Bir seferinde Hz. Peygamber üç kez yemin ederek, yapacağı kötülükten komşusunun emin olmadığı kimsenin gerçek manada bir mümin olamayacağını ve cennete giremeyeceğini söylemiştir.

Değerli Cemaat!
Bugün komşuluk ilişkilerimizde düne göre daha hassas ve daha dikkatli davranmalıyız. Dün komşu evleri arasında belli bir mesafe varken; bu gün aynı binada oturan insanlar bir duvar, bir pencere, hatta bir kapı kadar birbirlerine daha yakın bulunuyor. Bundan dolayı sahip olduğumuz imkân ve eşyaları kullanırken çevremize karşı sorumluluğumuzu unutmayalım.
Değil balkondan ve pencereden atılan sigaranın külü, silkelenen halının tozu, televizyonun sesi; pişirilen yemeğin kokusuyla dahi komşuya eziyet etmek dinimizce hoş görülmemiştir. Onların ayıp ve kusurlarını araştırmamak ve yaymamak, dedikodu ve gıybetlerini yapmamak ve onlara karşı çekememezlikte bulunmamak komşularımıza karşı başlıca sorumluluklarımızdır.

Aziz Kardeşlerim!
Özellikle şehirlerimizde şahit olduğumuz; yıllarca aynı bina da oturan, fakat birbirini tanımayan, tanımadığı için de birbirlerine güvenleri olmayan, birbirlerine, Allah’tan esenlik dileği olan bir selamı bile çok gören, hatta asansörde yüz yüze gelmemek için birbirlerine sırt dönen insanlarımızın olduğu ve gün geçtikçe ilişkilerimizin daha da zayıfladığı acı bir gerçektir.
Öyleyse “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” peygamberî uyarıyı göz önünde bulundurarak hem inancımızı hem de yaşantımızı önemli ölçüde etkileyen komşuluk münasebetlerimizi yeniden gözden geçirelim. Komşularımız arasında dil, din ve ırk farkı gözetmeden, maddi ve manevi ilgiye, sevgiye ve yardıma muhtaç olanları tespit edip onlara yardımcı olmaya çalışalım.
Sohbetimizi bir hadis-i şerif mealiyle bitirelim: “Allah katında… komşuların en hayırlısı, komşusuna iyi davranandır.”

Hayırlı Cumalar RFC İşlerinizde başarılar, kolaylıklar dilerim.
 

30.11.2012

ENGELLİLİK VE YAŞAM

Muhterem Müslümanlar!
Dünya bir imtihan yurdudur. Yüce Yaratan bizleri çeşitli şekillerde imtihan edeceğini kerim kitabında açıklamakta ve “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele! buyurmaktadır. Dünyaya gelen her insan buradan ayrılıncaya kadar imtihanda olacak; kimileri varlığıyla, kimileri darlığıyla, kimileri sağlığı ve kimileri de hastalık ve engeliyle imtihana tabi tutulacaktır. Bugün var olanın yarın yok olmayacağına, şu an sağlıklı olanın biraz sonra hastalık veya bir kaza sonucu engelli hale gelmeyeceğine bir garantisi yoktur. Demek ki her birerlerimiz başta ölüm olmak üzere hastalanmaya ve engelli hale gelmeye adayız.

Kıymetli Kardeşlerim!
Bir şekilde engelli hale gelmiş olanlarımıza karşı tutum ve davranışlarımızı belirleme noktasında en güzel örneğimiz Sevgili Peygamberimiz olmalıdır. O, hastalığı veya her hangi bir engeli sebebiyle hiç kimseyi küçümsememiş ve bu durumda olan hiç kimsenin toplumun dışına itilip, kendi derdiyle baş başa kalmasına müsaade etmemiştir. Aksine engelli durumda olanları toplum içinde görevlendirmek suretiyle onları hayata katmış ve onlara değer verdiğini göstermiştir. Görme engelli olan ve hicretten önce Medine’de Kur’an öğreticisi olarak görev yapan Abdullah b. Ümmi Mektum'u, Mescid-i Nebevi'de müezzin olarak görevlendirdiği gibi, Veda Haccı'na ve Uhud savaşına gidişi de dâhil, çeşitli zamanlarda Medine dışına çıktığında 13 defa Medine'de kendi yerine vekil bırakmış, namazları ona kıldırtmıştır.

Muhterem Müslümanlar!
Ayrıca ashabın önde gelenlerinden Muaz b. Cebel’i, ortopedik özrü olmasına rağmen liyakati sebebiyle en üst idareci olarak Yemen’e vali tayin etmiş , görme engelli sahabilerin bile cemaate devamında ısrarlı davranmıştır. Efendimizin bu uygulamalarında, onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yetenek ve liyakatlerine uygun alanlarda istihdam edilerek toplumun içerisine karışmaları, hayata katkıda bulunarak, ideallerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espri yatmaktadır.
Nitekim günümüzde, pek çok engellinin arzu ettiği ve bizden beklediği şey, kendilerine acıma hissiyle yaklaşmayıp, toplum içerisinde normal bir birey gibi karşılanmak ve yaşayabilmektir. Yaşadıkları engelli durumu hissettirecek her türlü bakış, söz ve davranıştan uzak durmalı, bu şekilde davranarak onları ve ailelerini incitmemeliyiz. Bize düşen engelleri karşısında engel olmak değil, hayatı onlara kolaylaştırmak olmalıdır.

Aziz Cemaat!
Sonuçta, engelli olmak Yaratanın bir cezalandırması değil, imtihanın bir parçasıdır. Mümin olan kişi, içerisinde bulunduğu durumu bu inançla karşılayacak, sabır ve metanetle karşılığını Rabbinden bekleyecektir.
Sıhbetimi şu hadis-i şerif mealleriyle bitirmek istiyorum: Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki; “Yorgunluk, sürekli hastalık, dert ve kederden, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah (c.c.), onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar. ” Ayrıca Efendimiz (a.s.v.) Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu ifade etmişlerdir; “Kulumu, iki gözünü almak suretiyle imtihan ettiğim zaman, kulum bu haline sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.”

Sevgili RFC Dostları İşlerinizde başarılar kolaylıklar dilerim. Hayırlı Cumalar
 
14.12.2012

İSRAF

Muhterem Müminler!
Mensubu bulunduğumuz yüce İslam dini, mutlu ve huzurlu bir yaşam için, hayatın her safhasında ölçülü olmayı, yiyip içerken, gezip dolaşırken, harcayıp tüketirken ölçülü bir şeklide yaşamayı emretmektedir. Bunun aksine, hesapsız ve lüzumsuz yapılan her türlü harcama ve tüketimi israf saymış ve yasaklamıştır. İsraf, ihtiyaç sınırını aşmak, aşırı harcamalarda ve ölçüsüz davranışlarda bulunmak demektir.
Allah (c.c) Kur’an’ı Kerim’de: ‘‘Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Çünkü israf edenleri Allah sevmez.’’ buyururken; başka bir ayet-i kerimede de olgun müminin özelliklerini şöyle tarif ediyordu: “Onlar, harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler. Onların harcamaları, bu ikisi arasında dengeli bir harcamadır.’’

Değerli Kardeşlerim!
Rabbimiz tarafından bahşedilen hayatımız, eş ve evlatlarımız, mal ve mülk, makam-mevki gibi nimetler bizlere, hep emanet olarak verilmiştir. İnsan bu nimetlerin emanetçisidir. Dolaysıyla dünyaya bir imtihan için gönderilen insan, elindeki emaneti gereğince kullanıp kullanmadığından, israf edip etmediğinden ve bunları nerelerde harcadığından sorgulaya çekilecektir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Kıyamet günü insanoğlu, ömrünü nerede harcadığından, yaptığı işi ne niyetle yaptığından, nasıl kazanıp nerede harcadığından, vücudunu ve sıhhatini nerede ve nasıl değerlendirdiğinden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılmaz.”
,buyurmuşlardı.

Peygamber Efendimiz, lüzumsuz harcamalardan uzak olan, mütevazı yaşantısıyla da bizim örneğimiz olmuştur. Kendisinin, dünyalık adına, içi hurma lifiyle dolu bir yastık, küçük bir su kabı, sırtına giydiği bir elbise ve kuru hasırdan yapılmış bir yataktan başka serveti yoktu.

Aziz Müminler!
Ülkemizde ve dünyamızda israf edilen veya kirletilen kaynaklarımız sonsuz ve sınırsız değildir. Ülkemizin kaynaklarını dikkatli kullanmalıyız. Şahsi harcamalarımızda ölçülü davranmalıyız. Yarınlarımızın huzur ve rahatı için fert ve millet olarak iktisatlı davranmak ve israftan kaçınmak zorundayız. Çünkü israf, Allah’ın nimetlerine karşı hem nankörlük ve hem de saygısızlıktır. Tutumlu olmak ise, o nimetlere ve nimetlerin sahibine gösterilen fiili bir saygının ve şükrün ifadesidir.

sohbetimi bir kaç ayet mealiyle bitiriyorum. “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya hakkını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir’’ Ve .’’Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın’’

Hayırlı Cumalar RFC'nin sevgili müdavimleri İşlerinizde kolaylıklar,başarılar, bol bol kazançlar, sağlık sıhhat ve afiyetler diliyorum.
 
ALLAH c.c herkesin mübarek cuma namazınızı ve dualarınızı kabul eylesin
 
Geri
Üst