- Katılım
- 9 Eki 2010
- Mesajlar
- 12,738
- Tepkime puanı
- 530
- Puanları
- 113
- Yaş
- 56

BİLETLERDE KITA UYGULAMASI:
İETT araçlarıyla seyahat ederken, şimdiki gibi tek tip ücret vermek yerine, gidilecek mesafe kadar ücret ödenirdi. Bu sistemde, hatlar belirli kıtalara bölünmüştü. Şehrin ana merkezleri kıta sınırlarını gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan başlayan ve 12’ye kadar devam eden, kutu içine alınmış sıra numaraları bulunurdu. Gitmek istediğiniz durağı biletçiye söylerdiniz, o da bindiğiniz kıtanın ve gitmek istediğiniz semtin içinde bulunduğu kıta numarasının üzerini kalemiyle işaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle, gidilecek mesafe arttıkça ödeyeceğiniz para da artardı

AÇIK BİSKÜVİLER:
Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kesekâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di.

HEDİYELİ SEYYAR MUHALLEBİCİLER
Sokaklarda tekerlekli ve dört tarafı cam vitrinle kapalı arabalarıyla gezen muhallebiciler vardı. Vitrinlerin alt rafında, küçük ve yuvarlak plastik kutulara konulmuş muhallebiler diziliydi. Üst rafı ise telli arabadan miskete, maskeden topa, oyuncak bebekten kaleme kadar çeşitli ıvır zıvırla dolu olurdu. Her muhallebi kabının dibinden mutlaka kırmızı renkli plastik, üzeri numaralı bir marka çıkardı. Çocuklar kabın dibindeki markaya bir an önce ulaşabilmek için alelacele muhallebiyi bitirirlerdi. Markanın üzerindeki numara, satıcının elindeki numaralı hediye listesiyle karşılaştırılır ve o numaraya hangi hediyenin çıktığı saptanırdı. Satıcı üst raftan çıkardığı hediyeyi çocuğa verirdi. Dağıtılan ıvır-zıvırlar her ne kadar ucuz mallardan oluşsa da, bunların maliyeti de muhallebi fiyatına eklendiğinden, bu piyango çocuklara biraz tuzluya patlardı.

CİN ALİ ÇOCUK KİTAPLARI:
qw
1970’lerde revaçta olan ilkokul çocuklarına yönelik “Cin Ali” adlı kare şeklinde 16 sayfadan oluşan, siyah-beyaz çok enteresan kitaplar vardı. Ali adlı çocuğun, belli bir seriyi takiben; okuldaki, piknikteki, denizdeki, müzedeki, törendeki, dişçideki ve hayvanat bahçesindeki müthiş heyecanlı (!) maceralarına yer veren kitaplardaki çizimler çöp çizgilerden oluşmaktaydı. Herşey ama herşey birkaç çizgiden ibaretti; evler, arabalar, insanlar, hayvanlar, eşyalar... Kollar ve bacaklar ve vücutlar çöpten ibaret olup herhangi bir organ ihtiva etmemekteydi. Kafalarsa bir yuvarlaktan müteşekkildi. Okuyan çocuğun resimleri kolayca taklit ederek çizebilmesine imkân vermek amacıyla düşünüldüğü muhtemeldi. Her çocuğun çantasında bu serinin en az 1-2 kitabı mevcuttu. 80’lerden itibaren çocuk kitapları sektöründeki hızlı gelişim, Cin Ali kitaplarının da sonu oldu.

AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI:
Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaşgününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık istakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı.

"LAK LAK” LAR:
İki ucuna yumurta büyüklüğünde küre şeklinde, tahtadan iki top takılmış 20 santim uzunluğunda bir ipten ibaretti. 80’li yılların başından itibaren çocuklar ve gençler arasında moda olan laklakların ipi ortasından işaret ve orta parmağa sarılarak sabitlenir, ardından el yukarı-aşağı hızla hareket ettirilmeye başlanırdı. Toplar elin bir üstünden bir altından sürekli birbirlerine çarparak 180 derecelik bir yay izlerler ve “lak”, “lak” şeklinde sesler çıkarırlardı. Amaç, bir defada en çok çarpmayı gerçekleştirebilmekti. Sesi tekdüze ve çıldırtıcıydı. Dikkatli ve periyodik vurdurulmadıkları taktirde, el parmaklarına çarparlardı. Neticede, sinirbozucu bir salgındı.

POSTA KUTULARI:
Mektupla haberleşmenin revaçta olduğu 60’lar, 70’ler ve kısmen de 80’lerin ortalarına kadar, şehrin belli noktalarında duvarlara monte edilmiş, bazen de demir bir çubuğun ortasına oturtularak yol ortasına sabitlenmiş sarı renkli posta kutuları vardı. Bunların üstlerinde mektup zarfının atılabilmesi için yatay ve uzun bir gözü vardı. Deliğin önü boylu boyunca, sadece içeri dönebilen küçük dikey metal çubuklarla kapatılmıştı. Bu uygulama, insanların ellerini kutunun içine sokarak biriken mektupları almasını önlemek içindi. Kutunun üzerinde, içinin hangi günler ve hangi saatlerde açılarak biriken mektupların toplanacağını gösteren uyarı yazıları olurdu. Eğer kutu henüz açılmışsa, açılma vakti daha gelmemiş olan başka bir posta kutusuna mektup atılır, böylece günden kazanma yoluna gidilirdi.

AYI OYNATICILAR:
Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi, tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritmle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden bahşiş toplardı.

TRİPORTÖR:
Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi (three / tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan taşıma araçlarıydı. Ağırlıklı olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin sürücü kabinini önünde tek bir tekerleği vardı. Bu tekerlek gidona bağlıydı. Sürücü kabinin tam ortasına otururdu, yanında da sağlı sollu birer kişinin oturabileceği yer kalırdı. Eni normalden daha dar olduğundan ötürü, tek bir farı ve yine tek bir sileceği bulunurdu. Çalışırken çıkardığı sesler, bir motosikletin sesiyle aynı tınıyı verirdi. Bu araçların arkasındaki kasaları, kimi modellerde açık, kimilerinde tenteyle örtülü, kiminde ise metal örtüyle kapatılmış olurdu. PTT’nin araç kadrosunda, arkası kapalı çok sayıda sarı renkli triportör 1980’lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok posta ve telgraf taşıma işlerinde kullanılırlardı.

LEBLEBİ TOZU:
Mahalle bakkallarında “leblebi tozu” satılırdı. İşaret parmağı uzunluğunda ve kalınlığındaki şeffaf torbalara doldurulmuş şekerli leblebi tozları, çocuklar tarafından çok sevilen ve genelde yenmek üzere değil de, ağıza tümüyle doldurulduktan sonra karşındakine hızla püskürtülmek için satın alınan bir gıda maddesiydi. Eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu farkeden telâşlı ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun kalan kısmı derhal çöpe atılırdı.

ARKASI YARINLAR:
Televizyon yayınlarının çok kısıtlı yapılabildiği 70’lerde hafta içi hergün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu, kuş cıvıltısı, motor çalışma sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt: Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses görevlisinin adıydı.

AT ARABALARI:
Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı 1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu.

BADEM BIYIK/İNCE BIYIK
Erkeklerde, 1960’ların sonunda moda olan ve 70’lerin sonlarına kadar devam eden “ince bıyık” modası vardı. Amerikan sinema oyuncusu “Clark Gable”nin bıyık kesiminin dünyada ve ardından Türkiye’de moda olmasından sonra, bütün erkekler “Klark” bıyığı adı verilen bu kesimi uygulamaya başladılar. Bu akımın temel prensibi; bıyığı olabildiğince ince keserek dudak çizgisinin hemen üzerinde uzunlamasına bir çizgi haline getirmekti. Üst kısımlar ise tamamen kazınırdı. Köyden kente göç eden kırsal kesim ise, ince bıyık yerine “badem bıyık” adı verilen şekilde tıraş ederlerdi bıyıklarını... Bu tarz kesim, çok daha öncelerden beri (19. yy’ın sonların-20. yy’ın başları) uygulanan bir kesim tarzıydı. Bıyıklar bu kez dudağın üstüyle burnun altında kalan kesimde kalacak şekilde tıraş edilir, sağ ve sol taraflar ise tamamen kazınır, bıyığa kare bir görünüm kazandırılırdı. Bu bıyık kesimine halk arasındaki takılan isimlerse; “muhtar bıyığı”, “hacıağa bıyığı” ve “evkaf bıyığı” idi. Seksenlerden itibaren erkek bıyıkları hem enden, hem de boydan salınmaya başlandı.

CEP FOTOROMANLARI:
60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından çok rağbet görülen orta boy bir cebe sığabilecek ebatta olduklarından dolayı; “Cep Fotoromanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitapları vardı. Dış kapaklarına ana karakterleri içeren bir sahnenin basıldığı renkli bir fotoğraf, iç sayfalarında ise tamamı siyah-beyaz fotoğraflar bulunurdu. Bu fotoğrafların üzerine Türkçe dizilmiş konuşma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çoğunlukla İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi. Kavga ve dövüş sahneleri içermeyen, pembe aşk hikayeleri üzerine kurgulanmış bu tekdüze fotoromanlar, genellikle Hürriyet ve Tay Yayınları tarafından kitapçılarda satılırdı. Genç kızlar, aralarında bu kitapları değiş-tokuş ederlerdi. O yılların kitaplaştırılmış pembe Brezilya dizileriydiler.

MİNİBÜS MUAVİNLERİ:
Minibüslerin idarî kadrosu, şoför ve yardımcısı olan “Muavin”lerden ibaretti. Bu şahısların görevi ücret toplamak ve yolculuk boyunca aracın kapısını yarım açıp kapıya asılarak çığırtkanlık yapmaktı. Aracın gideceği hemen tüm durakları bir çırpıda bağırarak sayan ve çoğunlukla yaşları 15-25 arası gençlerden oluşan muavinler, bellerine asılı deri para çantaları taşırlardı. Pratik ve hesapta becerikliydiler. Gözlerinden kaçan yolcu olmazdı. 1985’den sonra muavinler yasaklandı ve her minibüste sadece tek bir şoför olmasına karar verildi.

CEMSE:
50’lerdeki Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde, İkinci dünya Savaşı’nda kullanıldıktan sonra miadı dolan askerî jipler, kamyonlar ve otobüsler Türkiye’ye yollanmıştı. Bunların içinde bir çeşidi vardı ki, bunlar Türkler’in mükemmel fonetik dönüşüm yapabilme kabiliyetlerinin bir ürünü olarak yıllarca “Cemse” olarak anılan “G.M.C.” marka araçlardı. “General Motors Corporation” kelimelerinin baş harflerinin okunuşu; “Ci-Em-Si” olduğundan, halk arasındaki telâffuzu yuvarlatılarak “Cemse”ye çevrildiler. Bundan böyle nerede bir askerî kamyon görülse, ona askerî cemse (ya da sadece cemse) denilmeye başlandı

BAGAJI ÜZERİNDE OTOBÜSLER:
Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epey zaman kaybettirirdi.

BAKKALLARDA BENZİN SATIŞI:
Gaz sobalarının yoğun olarak kullanıldığı 70’lerde ve 80’lerde mahalle bakkallarının kuytu köşelerinde, altlarında muslukları olan silindirik gaz depoları vardı. Bakkala ellerindeki plastik bidonlarla giden vatandaşlar, bunlara 6-12 litre arası gazı doldurtarak evlerine götürürlerdi. Muslukları sürekli damlatan bu depolar yüzünden bütün bakkalların içi kesif bir şekilde gaz kokardı. 70’lerin sonundaki akaryakıt darlığı yıllarında ise, bakkalların önünde yoğun kuyruklar oluşur, kişi başına 6’şar litreden fazla gaz satılmazdı (1978-80 arası).

ARABA ÖRTÜLERİ:
70’lerde otomobil sahibi olmak biraz ayrıcalık addedildiğinden olsa gerek, araç sahipleri otolarına öz evlâtlarına bakar gibi bakarlar ve geceleri park ettikten sonra üzerlerini de küçük çocuğunun üzerini battaniyeyle örten şefkatli bir baba misali brandayla sıkıca örterlerdi. Böylece araç, gece yağan yağmurdan, sıçrayan çamurdan, dışarıdan gelebilecek taş veya darbelerden korunmuş olurdu. Bu yekpare brandalar oto yedek parçacılarında satılırdı. Aracın karoserine göre dizayn edilerek dikilmişlerdi. Genelde gri, bazen de mavi ve krem renklerde olurlardı. Araç bu brandayla tamamen paketlendikten sonra uçlarındaki ipler vasıtasıyla aracın altındaki muhtelif yerlere sıkıca bağlanarak sabitlenirlerdi ki, kimse onları açamasın, ya da rüzgardan pot yapıp havalanıp uçmasınlar... Her gece paket yapıp sabah mahmurluğuyla bu devasa paketi açmak, günümüzde artık bayağı bir zahmetli geldiğinden dolayı artık kimse otomobillerini brandayla örtmemekte...