Görkem
Bilgi Girilmemiş
[h=1]TÖRELİ VADİSİ[/h][h=2]01 Mayıs 2012 14:51 SalıDediler ki; Diyarbakır'dan büyük mü büyük bir terörist grubu yola çıkmış Bitlis'e doğru. Gittik Kuzgunkıran'a Gevaş'ın, amacımız öğrenmek, neymiş bu teröristler, ne için gelmişler...[/h]
Gevaş Van’ın bir ilçesi, Bahçesaray’a giden tek yolun üzerinde, hani yolu kışın altı ay kapalı kalan ilçemiz. Töreli Vadisi de bu yolun üzerinde yani Gevaş-Bahçesaray yolunun.
Gittik Bitlis’e doğru, arkadaşlarla buluştuk, konuştuk ve anladık ki 50-60 kişilik sözde üst düzey bir gurup terörist Diyarbakır’dan Van’a doğru suyoluna çıkmışlar. Testi ya bu, her geçtikleri yerde bir kaçı kırılmış. Töreli’ye girdiklerinde ancak on beş kişi kalmış hayatta. Hemen düştük yollara geceden. Adım adım geziyoruz Töreli’yi, Töreli ki o zamanlar boşaltılmış, in yok, cin yok ama bu teröristler var…
Siz hiç Töreli’ye gittiniz mi?
Ben gittim. Yemyeşil, vadi bu, tabanında dereler, ağaçlar, yemyeşil. Ta Bitlis sınırından gelir, Gevaş’ı geçer ve Çatak sınırında biter. Çadır Dağı, Varikrapit Dağı güneyinde kalır ve yüksek oldukları için, hep Töreli’yi gözler. Gezmek ne zor, aramak zor, yürümek zor; güneyi tut, doğuyu tut, Kuzgunkıran’ı tut, anca inersiniz Töreli’ye. Tutmazsanız eğer, yine inersiniz, inersiniz ama oradan çıkıp çıkmayacağınızı bir tek Allah bilir, böylesi bir yer işte.
Can da dayanmıyor ki artık, bir gün, iki gün, üç gün. Nihayet oldu on gün, her gün Töreli’deyiz, arıyoruz ama bulamıyoruz. Başladık Bitlis sınırından yavaş yavaş doğuya Gevaş’a doğru. Her gün karış karış arıyoruz ama nafile. Terörist bu, bulmak kolay mı? Ne biz de kaldı derman ne de komando da, on gün bu, gece yok, gündüz yok…
Baktık olmayacak, döndük geriye, vazgeçtik artık aramaktan ve herkes uykuya. Bizim de gözlerimizden uyku akıyor, biz de çekildik köşemize… Ya bir saat oldu ya da bir buçuk. Zil çaldı ki ne zil! Uyandım mı ya da hiç mi uyumadım bilmiyorum. Dediler, Asayiş Komutanı Kemal Paşa çağırıyor. Giyindik çaresiz. Geldik makamına. O anda da misafirleri var. Giremedik hemen içeri, başladık beklemeye. Ama uyku bu, geldi mi ne yapacaksınız? Başladık uyumaya, hem de ayakta. Baktık olmuyor, emir subayı Ufuk delikanlı çocuk, sonra duyduk ki harcanmış bir çiçekçi hikâyesinden. Dedim Ufuk, ben gidiyorum, komutanım emrederse gelirim.
Güya biz gittik uyumaya, daha yarım saat bile olmadan geri çağırdılar, döndük koşa koşa. Komutan’ın sorusu şu ama aynen şu:
– Sen ne yapıyorsun Töreli’de? On gündür oralardasın, anlat bakalım nedir bu hikâye?
– Komutanım, Bitlis’ten haber aldık. Büyük bir grup Töreli’ye girmiş ya İran’a gideceklermiş ya da Irak’a. Arazi malum; Töreli’den gelip doğuya giderse İran, güneye dönerse Irak, bu arazi çok zor bir arazi.
- Kaç kişi?
- On beş, dördü kadın. Sekiz kaleş, üç bikeysi, iki roket, iki tabanca.
- Nerden biliyorsun, dedi.
- İstihbarat, dedim.
Güldü, inanamadı belli ki.
– Peki, evladım, niye bulamadınız şimdiye kadar?
– Komutanım, Töreli tam bir dere yatağı, ağaçlık, çalılık, sulak. On gündür oradayız, her seferinde elimizden kaçırdık. Göremedik ama onlar bizi görüyor, her gün yer değiştiriyorlar. Kuzgunkıran’da aldık takibe, derken, Yukarı Narlıca, Uzuntekne, bulamayınca, sonunda bıraktık.
– Peki, sence bunlar şu an nerde olabilir?
– Komutanım, bunlar ya Çadır Dağı’ndalar Çatak yolu üzerindeki sırtlarda, ya da aştılar orayı, Gürpınar batısındaki sırtlardalar.
– Ne kadar kuvvet lazım, her iki tarafı tutmak için?
– Komutanım, hem Çatak’ı tutmak gerek, hem de Gürpınar’ı. Bu da iki tabur eder.
– Sende ne var kuvvet olarak?
– Komutanım, bir Şimşekler Taburu var, korucu taburu, bir de Çatak Komando.
– Peki, öyleyse, al bu kuvvetleri, hemen yola çık.
– Emredersiniz komutanım!
İnanın bize, ölüyoruz uykusuzluktan ama ölmedik aksine koştuk. Harekât merkezinde cin gibi bir astsubay. Bir bölük şuradan, bir bölük buradan, yap evlat harekât planını ve hemen çek asayişe, dedim. Açtık telefonu Serdar’a. Evlat, dedim, al komando bölüğünü çık dağlara. Hemen bizim Mustafa’ya da bir telefon; evlat, al iki tim, çık batıya, Çatak’a doğru. Tarihe baksanız iki timin o dağlara çıkması büyük risk, ama bazen riski göze almadan sonuca ulaşmak mümkün olmuyor. Ama gönlümüz rahat, çünkü Mustafa var, yiğit Mustafa.
Komando taburu merkezde, istirahatte, kıyamadık onlara, gelin diyemedik operasyona, çünkü gerçekten az da dinlenmek onların da hakkı. Sonrada duydular bu olayı da bize çok kızdılar, neden onlara haber vermedik, uyandırmadık diye. İşte böyledir bizim canlarımız, söz konusu vatansa…
Biz yine yorgun, teslim etmişiz bu görevi iki vatan evladına, Mustafa ve Serdar’a, gönül rahat, biraz dinlenelim, biz de artların gideriz demiş ve yine uyumuşuz az da olsa. Bilmiyoruz ki ne kadar uyuduk. Bir ses geldi, kapı çalınıyor:
– Komutanım temas var, teröristleri bulduk!
Allahım böyle uyanır mı insan sıçrayarak, atlayarak, düşerek. Uyanır. Biz uyandık bir anda ve düştük yollara, Çatak’a doğru toplam üç kişi; ben, şoför ve muhafız. İlk çağrımız Serdar’a:
– Anlat bakalım, evlat, hayırdır?
– Komutanım, iki kişi aldık, sağ ve silahlarıyla.
– Diğerleri nerde?
– Komutanım, çevirdik. Hepsi çemberde. Emriniz?
– Evlat, sus, sesini çıkarma. Ben yoldayım. Kim sorarsa sorsun, bir şey deme. Önce anlayalım, durum nedir. Tamam mı evlat?
– Emredersiniz komutanım.
Normalde gitseniz, Çatak yolu size huzur verir, çünkü yemyeşil. Hele ki Kayaboğazı’nı geçtikten sonra şelaleyi bir görseniz, o ne muhteşem bir güzellik… Ama o gün, her gün ki gibi bir gün değil, göremedik bu güzelliği… O gün bir telaş, yol bitmez. Şoför usta, sürer de sürer. Aklımız Serdar’da. Daha Çatak’a varmadan, gene Serdar aradı:
– Komutanım, beş oldu.
– Sus lan! Kimse duymasın. Duysalar şimdi ortalık karışır, dedim.
Çatak’a vardık. Serdar’ın bulunduğu yer sarp ve dik bir yamaç. Yürümek için katır kasları lazım, o da bende yok. Çaresiz bindim bir katıra, ağır ağır yol almaya başladık. Fazla zaman geçmedi, yine Serdar:
– Komutanım, oldu yedi!
Yedi demek; çemberde on beş terörist, yedisi silahlarıyla birlikte teslim alındı, kalan sekiz güvende, demek.
– Oğlum sus, geliyorum. Bir durumu anlayalım.
Serdar, ikide bir sorar:
– Komutanım, nerdesiniz?
La havle velahe kuvvet! Gene Serdar:
– Komutanım, nerdesiniz?
Katır bu, ne hızla çıkar patikayı, ağır ağır tırmanıyoruz işte. Şimdi desem ki, Serdar’a:
– Oğlum, Serdar. Ben katıra bindim. Anca çıkıyoruz işte. Biraz sabret. Geleceğim.
İnanın bana, güler, önce sessizce güler. Eğer müdahale etmezsem, katıla katıla güler, o yüzbaşı, ben albay, verir miyim fırsatı ona. Yine Serdar:
– Komutanım, toplam on!
– Oğlum sus!
Merak ettiniz tabii, niye sus diyorum, ha bire. Sebep şu: Asayiş komutanına detaylı bilgi vermiştim ya, terörist on beş kişi. İnanmamış gibi gelmişti ya bana. Gibi gelmek bile, bize ağır gelir. Bilmek istedim önceden; bu teröristler bizim takip ettiğimiz teröristler mi, yoksa yeni gelenler mi, diye. Doğru mu değil mi önce ben öğrenmek istiyorum. Tırmanmakla da yol bitmiyor ki, bir saat, derken iki. Yine Serdar:
– Komutanım tam on iki!
Anlıyorum, heyecanlı. Ben de korkuyorum duyulur diye. Ha bire sus, diyorum. Nihayet vardık. Baktım on üç! Serdar gülerek karşıladı:
– Siz inerken bir kişi daha teslim oldu komutanım!
Güldüm. Siz inerken dediği, ben katırdan inerken yani. Güldüm, anlamazlıktan gelerek,
– Çay var mı, dedim.
Dizilmişler kuzu gibi, silahlar bir yanda. Hepsi çaresiz, bana bakıyor. Nereden geldiklerini sordum. Anladım ki bunlar bizimkiler. Kuzgunkıran’dan başlamıştık, Töreli’yi birlikte dolaşmıştık. Meğer hep görmüşler bizi de kaçmışlar. Garip bir duygu bu; on gün on gece, onlar bizim farkında, biz onların. Sanki aynı nefes, aynı duygu, aynı korku, kim galip kim mağlup belli mi ki? Dedim, iki eksik?
– Komutanım, onlar da bölgede, ama teslim olmuyorlar, etraf sarılı.
Düşündüm. Önce koruculara; söyleyin, teslim olsunlar, korkmasınlar, dedim. Epey uğraştılar, dil döktüler olmadı. Nuh diyorlar, peygamber demiyorlar.
Çaresiz aldım telsizi:
– Ey terörist! Ben bu dağın en büyük komutanı! Sana söz veriyorum, canınıza bir şey olmayacak! Teslim olun! Öbür arkadaşlarınız da yanımızda, şimdi çay içiyorlar.
– ?
– Zinar konuşan Kartal. Söz veriyorum, size bir şey olmayacak, teslim olun! O zamanlar moda, teslim olan teröristler anlatıyor; aman askere teslim olmayın, öldürürler sizi, diye propaganda yapıyorlar. Amaç kimse kaçmasın, teslim olmasın. Bunlar bizi bilmez ki, biz kime el kaldırmışız aman dileyen! Ben konuşmaya devam ettim. Muhabbetimiz bir saat kadar sürdü. Sonunda, dayanamadı terörist:
– Atatürk adına söz veriyor musun?
Ben şaşırdım. Terörist Atatürk’ü tanıyordu. Bir yandan da gururlandım, belli etmeden. Durur muyum hiç:
– Söz veriyorum! Atatürk adına söz! Kimseye bir şey olmayacak. Sessizlik ve sonra:
– O zaman Atatürk devrimleri adına da söz ver, dedi.
İnanın daha çok şaşırdım. Bu can pazarında, Allah’la baş başa iken, aklına Atatürk gelmesi ve aman dilemesi! Soruyorsunuz şimdi; bu terörist bizim Atatürk’ü nerden bilir, devrimleri nerden, diye? Ama biliyormuş! İnanamadınız değil mi? İnanın, bu olayın tanıkları hayatta hâlâ. Aslında düşünmek lazım bunu, incelemek lazım. Anladığım, baş sıkışmadıkça, Atatürk akla gelmiyor bizim ülkede! Ben söz verdim Atatürk adına, Atatürk Devrimleri adına ve iki terörist geldi teslim oldu, silahlarıyla birlikte.
Çoğu yaralı, harap bitap, insanlıktan çıkmış; hiç heyecan bile yoktu yüzlerinde, sanki yaşayan ölüler! Pişmanlık içinde anlattılar birer birer, Diyarbakır bölgesinde yaptıkları kötülükleri.
Sıra geldi rapora. Durum Asayiş Komutanı’na bildirildi. Hemen geldi helikopterle. Gördü, sordu, anladı ve gitti. Biz kaldık yine bizim teröristlerle. Çay ikram ettik. Sigara verdik. Onlar şaşkındılar, hâlâ yaşadıklarından. Şaşkınlık kısa sürdü. Yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. Sonra, söylemediler ama derin bir pişmanlık. Belli ki konuşmak istiyorlardı. Karışmadım. Hiç durmadan konuştular, konuştular. Konuştukça gözleri parlıyordu. Anladım ki, mutluydular yaşamaktan ve de bizim güvencemiz altında olmaktan…
Töreli Vadisi bu işte, çok sırlar gizler içerisinde. O, on beş teröristi aldık, getirdik alaya. Diyarbakır duymuş haberi. Dört bir yandan telefon. Gönderdik teröristleri, vermeleri için yaptıklarının hesabını…
Aklımıza geldi yaşadıklarımız, size anlatayım istedim… Duyduk ki şimdilerde yeni bir anayasa yapıyorlarmış, Türk ve Atatürk olmayacakmış bu anayasada… Düşünüyorum da, bunu söyleyenler demek ki hala anlayamamış “Atatürk” demenin namus ve şeref demek olduğunu, özgürlük ve bağımsızlık olduğunu…
ERDAL SARIZEYBEK
Kaynak: Hesaplaşma, 2006.
Gevaş Van’ın bir ilçesi, Bahçesaray’a giden tek yolun üzerinde, hani yolu kışın altı ay kapalı kalan ilçemiz. Töreli Vadisi de bu yolun üzerinde yani Gevaş-Bahçesaray yolunun.
Gittik Bitlis’e doğru, arkadaşlarla buluştuk, konuştuk ve anladık ki 50-60 kişilik sözde üst düzey bir gurup terörist Diyarbakır’dan Van’a doğru suyoluna çıkmışlar. Testi ya bu, her geçtikleri yerde bir kaçı kırılmış. Töreli’ye girdiklerinde ancak on beş kişi kalmış hayatta. Hemen düştük yollara geceden. Adım adım geziyoruz Töreli’yi, Töreli ki o zamanlar boşaltılmış, in yok, cin yok ama bu teröristler var…
Siz hiç Töreli’ye gittiniz mi?
Ben gittim. Yemyeşil, vadi bu, tabanında dereler, ağaçlar, yemyeşil. Ta Bitlis sınırından gelir, Gevaş’ı geçer ve Çatak sınırında biter. Çadır Dağı, Varikrapit Dağı güneyinde kalır ve yüksek oldukları için, hep Töreli’yi gözler. Gezmek ne zor, aramak zor, yürümek zor; güneyi tut, doğuyu tut, Kuzgunkıran’ı tut, anca inersiniz Töreli’ye. Tutmazsanız eğer, yine inersiniz, inersiniz ama oradan çıkıp çıkmayacağınızı bir tek Allah bilir, böylesi bir yer işte.
Can da dayanmıyor ki artık, bir gün, iki gün, üç gün. Nihayet oldu on gün, her gün Töreli’deyiz, arıyoruz ama bulamıyoruz. Başladık Bitlis sınırından yavaş yavaş doğuya Gevaş’a doğru. Her gün karış karış arıyoruz ama nafile. Terörist bu, bulmak kolay mı? Ne biz de kaldı derman ne de komando da, on gün bu, gece yok, gündüz yok…
Baktık olmayacak, döndük geriye, vazgeçtik artık aramaktan ve herkes uykuya. Bizim de gözlerimizden uyku akıyor, biz de çekildik köşemize… Ya bir saat oldu ya da bir buçuk. Zil çaldı ki ne zil! Uyandım mı ya da hiç mi uyumadım bilmiyorum. Dediler, Asayiş Komutanı Kemal Paşa çağırıyor. Giyindik çaresiz. Geldik makamına. O anda da misafirleri var. Giremedik hemen içeri, başladık beklemeye. Ama uyku bu, geldi mi ne yapacaksınız? Başladık uyumaya, hem de ayakta. Baktık olmuyor, emir subayı Ufuk delikanlı çocuk, sonra duyduk ki harcanmış bir çiçekçi hikâyesinden. Dedim Ufuk, ben gidiyorum, komutanım emrederse gelirim.
Güya biz gittik uyumaya, daha yarım saat bile olmadan geri çağırdılar, döndük koşa koşa. Komutan’ın sorusu şu ama aynen şu:
– Sen ne yapıyorsun Töreli’de? On gündür oralardasın, anlat bakalım nedir bu hikâye?
– Komutanım, Bitlis’ten haber aldık. Büyük bir grup Töreli’ye girmiş ya İran’a gideceklermiş ya da Irak’a. Arazi malum; Töreli’den gelip doğuya giderse İran, güneye dönerse Irak, bu arazi çok zor bir arazi.
- Kaç kişi?
- On beş, dördü kadın. Sekiz kaleş, üç bikeysi, iki roket, iki tabanca.
- Nerden biliyorsun, dedi.
- İstihbarat, dedim.
Güldü, inanamadı belli ki.
– Peki, evladım, niye bulamadınız şimdiye kadar?
– Komutanım, Töreli tam bir dere yatağı, ağaçlık, çalılık, sulak. On gündür oradayız, her seferinde elimizden kaçırdık. Göremedik ama onlar bizi görüyor, her gün yer değiştiriyorlar. Kuzgunkıran’da aldık takibe, derken, Yukarı Narlıca, Uzuntekne, bulamayınca, sonunda bıraktık.
– Peki, sence bunlar şu an nerde olabilir?
– Komutanım, bunlar ya Çadır Dağı’ndalar Çatak yolu üzerindeki sırtlarda, ya da aştılar orayı, Gürpınar batısındaki sırtlardalar.
– Ne kadar kuvvet lazım, her iki tarafı tutmak için?
– Komutanım, hem Çatak’ı tutmak gerek, hem de Gürpınar’ı. Bu da iki tabur eder.
– Sende ne var kuvvet olarak?
– Komutanım, bir Şimşekler Taburu var, korucu taburu, bir de Çatak Komando.
– Peki, öyleyse, al bu kuvvetleri, hemen yola çık.
– Emredersiniz komutanım!
İnanın bize, ölüyoruz uykusuzluktan ama ölmedik aksine koştuk. Harekât merkezinde cin gibi bir astsubay. Bir bölük şuradan, bir bölük buradan, yap evlat harekât planını ve hemen çek asayişe, dedim. Açtık telefonu Serdar’a. Evlat, dedim, al komando bölüğünü çık dağlara. Hemen bizim Mustafa’ya da bir telefon; evlat, al iki tim, çık batıya, Çatak’a doğru. Tarihe baksanız iki timin o dağlara çıkması büyük risk, ama bazen riski göze almadan sonuca ulaşmak mümkün olmuyor. Ama gönlümüz rahat, çünkü Mustafa var, yiğit Mustafa.
Komando taburu merkezde, istirahatte, kıyamadık onlara, gelin diyemedik operasyona, çünkü gerçekten az da dinlenmek onların da hakkı. Sonrada duydular bu olayı da bize çok kızdılar, neden onlara haber vermedik, uyandırmadık diye. İşte böyledir bizim canlarımız, söz konusu vatansa…
Biz yine yorgun, teslim etmişiz bu görevi iki vatan evladına, Mustafa ve Serdar’a, gönül rahat, biraz dinlenelim, biz de artların gideriz demiş ve yine uyumuşuz az da olsa. Bilmiyoruz ki ne kadar uyuduk. Bir ses geldi, kapı çalınıyor:
– Komutanım temas var, teröristleri bulduk!
Allahım böyle uyanır mı insan sıçrayarak, atlayarak, düşerek. Uyanır. Biz uyandık bir anda ve düştük yollara, Çatak’a doğru toplam üç kişi; ben, şoför ve muhafız. İlk çağrımız Serdar’a:
– Anlat bakalım, evlat, hayırdır?
– Komutanım, iki kişi aldık, sağ ve silahlarıyla.
– Diğerleri nerde?
– Komutanım, çevirdik. Hepsi çemberde. Emriniz?
– Evlat, sus, sesini çıkarma. Ben yoldayım. Kim sorarsa sorsun, bir şey deme. Önce anlayalım, durum nedir. Tamam mı evlat?
– Emredersiniz komutanım.
Normalde gitseniz, Çatak yolu size huzur verir, çünkü yemyeşil. Hele ki Kayaboğazı’nı geçtikten sonra şelaleyi bir görseniz, o ne muhteşem bir güzellik… Ama o gün, her gün ki gibi bir gün değil, göremedik bu güzelliği… O gün bir telaş, yol bitmez. Şoför usta, sürer de sürer. Aklımız Serdar’da. Daha Çatak’a varmadan, gene Serdar aradı:
– Komutanım, beş oldu.
– Sus lan! Kimse duymasın. Duysalar şimdi ortalık karışır, dedim.
Çatak’a vardık. Serdar’ın bulunduğu yer sarp ve dik bir yamaç. Yürümek için katır kasları lazım, o da bende yok. Çaresiz bindim bir katıra, ağır ağır yol almaya başladık. Fazla zaman geçmedi, yine Serdar:
– Komutanım, oldu yedi!
Yedi demek; çemberde on beş terörist, yedisi silahlarıyla birlikte teslim alındı, kalan sekiz güvende, demek.
– Oğlum sus, geliyorum. Bir durumu anlayalım.
Serdar, ikide bir sorar:
– Komutanım, nerdesiniz?
La havle velahe kuvvet! Gene Serdar:
– Komutanım, nerdesiniz?
Katır bu, ne hızla çıkar patikayı, ağır ağır tırmanıyoruz işte. Şimdi desem ki, Serdar’a:
– Oğlum, Serdar. Ben katıra bindim. Anca çıkıyoruz işte. Biraz sabret. Geleceğim.
İnanın bana, güler, önce sessizce güler. Eğer müdahale etmezsem, katıla katıla güler, o yüzbaşı, ben albay, verir miyim fırsatı ona. Yine Serdar:
– Komutanım, toplam on!
– Oğlum sus!
Merak ettiniz tabii, niye sus diyorum, ha bire. Sebep şu: Asayiş komutanına detaylı bilgi vermiştim ya, terörist on beş kişi. İnanmamış gibi gelmişti ya bana. Gibi gelmek bile, bize ağır gelir. Bilmek istedim önceden; bu teröristler bizim takip ettiğimiz teröristler mi, yoksa yeni gelenler mi, diye. Doğru mu değil mi önce ben öğrenmek istiyorum. Tırmanmakla da yol bitmiyor ki, bir saat, derken iki. Yine Serdar:
– Komutanım tam on iki!
Anlıyorum, heyecanlı. Ben de korkuyorum duyulur diye. Ha bire sus, diyorum. Nihayet vardık. Baktım on üç! Serdar gülerek karşıladı:
– Siz inerken bir kişi daha teslim oldu komutanım!
Güldüm. Siz inerken dediği, ben katırdan inerken yani. Güldüm, anlamazlıktan gelerek,
– Çay var mı, dedim.
Dizilmişler kuzu gibi, silahlar bir yanda. Hepsi çaresiz, bana bakıyor. Nereden geldiklerini sordum. Anladım ki bunlar bizimkiler. Kuzgunkıran’dan başlamıştık, Töreli’yi birlikte dolaşmıştık. Meğer hep görmüşler bizi de kaçmışlar. Garip bir duygu bu; on gün on gece, onlar bizim farkında, biz onların. Sanki aynı nefes, aynı duygu, aynı korku, kim galip kim mağlup belli mi ki? Dedim, iki eksik?
– Komutanım, onlar da bölgede, ama teslim olmuyorlar, etraf sarılı.
Düşündüm. Önce koruculara; söyleyin, teslim olsunlar, korkmasınlar, dedim. Epey uğraştılar, dil döktüler olmadı. Nuh diyorlar, peygamber demiyorlar.
Çaresiz aldım telsizi:
– Ey terörist! Ben bu dağın en büyük komutanı! Sana söz veriyorum, canınıza bir şey olmayacak! Teslim olun! Öbür arkadaşlarınız da yanımızda, şimdi çay içiyorlar.
– ?
– Zinar konuşan Kartal. Söz veriyorum, size bir şey olmayacak, teslim olun! O zamanlar moda, teslim olan teröristler anlatıyor; aman askere teslim olmayın, öldürürler sizi, diye propaganda yapıyorlar. Amaç kimse kaçmasın, teslim olmasın. Bunlar bizi bilmez ki, biz kime el kaldırmışız aman dileyen! Ben konuşmaya devam ettim. Muhabbetimiz bir saat kadar sürdü. Sonunda, dayanamadı terörist:
– Atatürk adına söz veriyor musun?
Ben şaşırdım. Terörist Atatürk’ü tanıyordu. Bir yandan da gururlandım, belli etmeden. Durur muyum hiç:
– Söz veriyorum! Atatürk adına söz! Kimseye bir şey olmayacak. Sessizlik ve sonra:
– O zaman Atatürk devrimleri adına da söz ver, dedi.
İnanın daha çok şaşırdım. Bu can pazarında, Allah’la baş başa iken, aklına Atatürk gelmesi ve aman dilemesi! Soruyorsunuz şimdi; bu terörist bizim Atatürk’ü nerden bilir, devrimleri nerden, diye? Ama biliyormuş! İnanamadınız değil mi? İnanın, bu olayın tanıkları hayatta hâlâ. Aslında düşünmek lazım bunu, incelemek lazım. Anladığım, baş sıkışmadıkça, Atatürk akla gelmiyor bizim ülkede! Ben söz verdim Atatürk adına, Atatürk Devrimleri adına ve iki terörist geldi teslim oldu, silahlarıyla birlikte.
Çoğu yaralı, harap bitap, insanlıktan çıkmış; hiç heyecan bile yoktu yüzlerinde, sanki yaşayan ölüler! Pişmanlık içinde anlattılar birer birer, Diyarbakır bölgesinde yaptıkları kötülükleri.
Sıra geldi rapora. Durum Asayiş Komutanı’na bildirildi. Hemen geldi helikopterle. Gördü, sordu, anladı ve gitti. Biz kaldık yine bizim teröristlerle. Çay ikram ettik. Sigara verdik. Onlar şaşkındılar, hâlâ yaşadıklarından. Şaşkınlık kısa sürdü. Yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. Sonra, söylemediler ama derin bir pişmanlık. Belli ki konuşmak istiyorlardı. Karışmadım. Hiç durmadan konuştular, konuştular. Konuştukça gözleri parlıyordu. Anladım ki, mutluydular yaşamaktan ve de bizim güvencemiz altında olmaktan…
Töreli Vadisi bu işte, çok sırlar gizler içerisinde. O, on beş teröristi aldık, getirdik alaya. Diyarbakır duymuş haberi. Dört bir yandan telefon. Gönderdik teröristleri, vermeleri için yaptıklarının hesabını…
Aklımıza geldi yaşadıklarımız, size anlatayım istedim… Duyduk ki şimdilerde yeni bir anayasa yapıyorlarmış, Türk ve Atatürk olmayacakmış bu anayasada… Düşünüyorum da, bunu söyleyenler demek ki hala anlayamamış “Atatürk” demenin namus ve şeref demek olduğunu, özgürlük ve bağımsızlık olduğunu…
ERDAL SARIZEYBEK
Kaynak: Hesaplaşma, 2006.