Serdar Yıldırım Hikayeleri

Serdar Yıldırım

Kayıtlı Üye
Bilgi Girilmemiş
Katılım
29 Eki 2021
Mesajlar
83
Tepkime puanı
22
Puanları
8
Yaş
65
SEPETÇİ İLE ZENGİN ADAM
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkânında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkânına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkânında bulunmazmış, çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi pazarda sergi kurar, sepet satarmış.

Bir gün sepetçi dükkânına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengârenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi: “ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.

Sonunda, üç aylık süre dolmuş. Sepetçi, zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerede oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkânına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış ama dükkânının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse, ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunun üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkânına dönmüş.

Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikâyesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkânına gelip sepetleri görmüş ve çok beğenmiş. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. Padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikâyesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.

Günlerden bir gün zengin adam sepetçinin rüyasına girmiş ve üç sepeti, üç oğluna hediye olarak yaptırdığını söylemiş. "Oğullarım evlenirken, sepetleri altınla doldurup düğün hediyesi olarak verecektim." demiş. Sepetçinin, canım efendim, tanesi yüz altına özel sepet yaptıracağınıza, benim dükkandaki beş altınlık güzel sepetlerden neden almadınız, sorusuna zengin adam şu cevabı vermiş: " Zenginliğim fark edilsin, herkes tarafından bilinsin istedim. Ben altınları normal bir sepete koysaydım zenginliğimin ne kıymeti kalırdı? Altınların konacağı sepetler de altın gibi kıymetli olmalıydı."

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
Son düzenleme:
SAZ ÇALAN KAZIM
Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti.
Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkân buldu. Saz dükkânın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkânın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkân sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkân sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu: “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “
Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkân sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu.
Kazım sazı dükkâna bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkânın önüne geldi, dükkân kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkân sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi.
Buna dükkân sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “
Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “
Dükkân sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “
Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “
Dükkân sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “
Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti.

Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkânın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkânın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkânın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “
Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “
Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “
Dükkân sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “
Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “
Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
KARDEŞ ALİ - İYİLİK TİMSALİ
Eski zamanlardan birinde Ali adında bir genç yaşarmış. Doğduğundan beri köyünden dışarı çıkmamış. Duyduğu, gördüğü, bildiği hep köyüne ait şeylermiş. Kendisi başkalarının işine karışmaz, kimse hakkında kötü söz söylemez, babadan kalma tarlayı anasıyla birlikte ekip biçer, karınca kararınca geçinip giderlermiş. Köy arazisinin yarıdan fazlasının sahibi çok zengin iki kişiymiş. Bu iki köy ağası köyde yaşayanların üç gruba ayrılmalarına neden olmuşlar. İlk iki grup bu ağaların tarlalarında çalışan işçilermiş. Köy ağalarından birisi kendi işçilerini diğer ağadan saklar, fakat diğer ağanın işçilerini kendi tarafına çekmek için yoğun çaba sarf edermiş. Durup dururken karşı tarafın bir işçisi hakkında söylenti uydurur, bu söylentinin ağanın kulağına gitmesini sağlar, ağa ile işçisinin arasının açılmasına sebep olurmuş. Ağa taşın karşı taraftan atıldığını, söylentinin asılsız olduğunu bildiği halde karşı taraf taşı öyle bir gediğine koyarmış ki yine de şüphelenmesine engel olamazmış.

Üçüncü grup ise, kendilerine ait tarlaları bulunan, geçimlerini buralardan temin eden bağımsızlarmış. İki ağa bağımsız olanları da kendi taraflarına çekmek için uğraşırlar, bağımsızların kendi aralarında bölünmelerine sebep olurlarmış. Sadece Ali ve anası ile uğraşan olmazmış. Köy halkı Ali’yi iyilik timsali olarak görürmüş. Bu yüzden onu çocukluğundan beri Kardeş Ali diye çağırırlarmış. Kardeş Ali köy halkının birbirini çekiştirmesine, komşuların gürültülerine, kavgalarına istemeyerek kulak misafiri olur, sen haklısın, sen haksızsın diye kimse için fikir ileri sürmez, yorum yapmazmış. Yalnız kaldığı zamanlar düşüncelere dalar, “ Bu kavgalar, bu anlaşmazlıklar neden oluyor? Neden birbirlerini çekemez bu insanlar? Kavgasız yaşamak daha kolay değil mi? Anlaşsalar, anlayışla karşılasalar küçücük hataları. İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için kalp kırmasalar, gönüllerini hoş tutsalar, üzmeseler başkalarını “ dermiş kendi kendine. Ararmış bu soruların cevabını. İstermiş bu durumu bütün açıklığıyla kendisine anlatabilecek birisi olsun. Belki o zaman üzüntüsü biraz hafifler, iyiliklerle dolu yüreği huzur bulurmuş.

Günün birinde köye bir satıcı gelmiş. Bu satıcı “ İyilik İlacı “ satarmış. Köylülerin çoğunluğu birer tane iyilik ilacı satın almışlar. Kardeş Ali “ Ben zaten kötü birisi değilim ” diye düşünüp almamış. Aradan üç hafta geçmiş. Kardeş Ali bir sabah evinden çıkıp tarlaya giderken yolda iki köylüye rastlamış. Köylüler, selam verip konuşarak, gülüşerek geçip gitmişler. Kardeş Ali ağzı bir karış açık arkalarından bakakalmış. Kendi kendine: “ Ya bu ne iştir? Bunlar yıllardır birbirlerine yapmadıklarını bırakmamışlardı. Daha geçen hafta köy meydanında yumruk yumruğa kavga etmişler, altı kişi zor ayırmıştık. Kavgayı sona erdireyim derken, enseme bir yumruk yemiştim. Şu hallerini gören bunları yirmi yıllık dost sanacak. Vay be, gel de şaşırma!..” diyerek gülmüş.
Daha sonraki günlerde tanık olduğu olaylar şaşkınlığının artmasına sebep olmuş Kardeş Ali’nin. Köyün sahibi olan iki ağanın işçilerini tarlalarda birlikte çalışırken görüyor, bu yakınlaşmanın, köydeki düşmanlıkların ortadan silinmesinin anlamını bir türlü anlayamıyormuş. Köy halkını üç gruba ayıran, birbirlerini günahları kadar sevmeyen iki köy ağasını kol kola girmişler, konuşarak giderken görünce şaşkınlığı doruğa çıkmış. Kimselere de soramamış: “ Siz on gün önceye kadar birbirinizin adını bile anmazdınız. Nasıl oluyor da şimdi beraber çalışıyor, beraber geziyorsunuz diye. Sonra ya derlerse bana, bak Kardeş Ali, biz evvelden düşmanmışız, şimdi dost olmuşuz, bunun sana ne zararı var? Yoksa sen bizim dost olmamızı istemiyor musun? diye. Ben onlara nasıl cevap veririm? “ Bundan dolayı çaresiz kalmış, içi içini yemeye başlamış. Düşünmeden sorulara cevap bulunmaz derler. Kardeş Ali’de düşüne düşüne sorularını kendisi cevaplamış. Her şeyin sebebinin iyilik ilacı olduğunda karar kılmış. İyilik ilacını sırrını satıcı açıklayabilir demiş. Ertesi gün satıcıyı köy kahvesinde çay içerken görmüş. Yanına oturmuş, şuradan buradan konuşmuşlar. Daha sonra dışarıya çıkmışlar, dolaşmışlar, yorulmuşlar. Dinlenmek için bir ağacın altına oturmuşlar.

Kardeş Ali: “ Bizim köye kırk gün önce geldiniz. Bu kırk gün içinde çok kişiye iyilik ilacı sattınız. Yılardır köyde süregelen kavgalar, anlaşmazlıklar, taraf tutmalar şu anda sona ermiş bulunuyor. Bu iyilik ilacının sırrı nedir? Nasıl oluyor da bir köy halkını iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe doğru peşinden sürüklüyor? “ diye sormuş. Satıcı, Kardeş Ali’nin söylediklerini gülümseyerek, dikkatle dinlemiş, sonra konuşmaya başlamış: “ İnsanoğlu doğduğu anda bir başkası için kötülük düşünemeyecek kadar saf ve temiz aslında zavallı bir canlıdır. Annesinin geniş ilgi ve özeniyle diğer canlılara göre oldukça zor ve yavaş büyür, gelişir. Melek gibi bir kalbi vardır. Ailesi içinde ve yakın çevresinde ne görüyorsa gördüklerini, ne duyuyorsa duyduklarını aynen tekrarlar. Tekrar ederken de bir şeyler öğrenir. Öğrendikleri doğru veya yanlış olabilir. Doğru iyiyi ve güzeli, yanlış kötüyü ve çirkini oluşturur. Önemli olan, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmektir. Çocuk büyüdükçe bunun farkına varmaya başlar. Bazı davranışlarının doğru olmadığını bile bile nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir umursamazlıkla uygulamaya başlar. İşte bu sıralarda çocuğun kendisini bilerek, hatasını anlayarak vazgeçmesi veya büyükleri tarafından hataları güzellikle anlatılarak vazgeçirilmesi gerekir. Eğer çocuğun büyükleri ve yakınları da hatalar, yanlışlıklar içindeyse, birbirlerine ve başkalarına davranışları sevecen değilse nasihatler on para etmez.
Çocuk bana bunu yapma diyorlar ama benim yaptıklarım onlarınkinin yanında hiç kalır der ve bu da kalbine atılan kötülük tohumlarının hızlı bir şekilde çimlenip büyümesine, fidan haline dönüşmesine olanak hazırlar. Yani yıllar geçtikçe kötülük yapma eğilimi hızlanarak artacaktır. Sizin köydeki duruma gelince: Burada bulunan zengin iki köy ağası köylüler arasındaki kavgaların gereğinden fazla artmasına neden olmuşlar. Köyünüze ilk geldiğimde konuştuğum birkaç kişi bu durumun sona ermesini candan istiyorlardı. Hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayan kavgadan, gürültüden bıkmışlardı. Bundan dolayı birer tane iyilik ilacı aldılar. Köy ağalarının aralarını bulup barıştırmam iyilik ilacının etkisini fazlalaştırdı. İyilik ilacı, kayısı suyu ve şekerle hazırlanmış bir çeşit şerbettir. İyilik ilacının sırrı içeriğinde değil, insanlara iyiliğin hatırlatılmasında gizlidir. “
Kardeş Ali ne zamandır kafasını kurcalayan soruların cevaplandığını gördükçe çok mutlu olmuş. Satıcı son cümlesini bitirince şöyle bir soru sormuş: “ İnsanlar arasındaki bu kısır çekişmeler bir gün bitecek mi, böyle bir ihtimal var mı? “
Bunun üzerine satıcı: “ Aradan yüzyıllar geçse bile, insanlar, toplumlar, uygarlıklar ne kadar değişse bile yine insan insanlığını gösterecek tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar hiçbir zaman sona ermeyecektir “ diyerek sorunun cevabını vermiş. Satıcının bu cevabından sonra derin bir sessizlik olmuş. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Kardeş Ali’nin son bir soru sormaya hazırlandığını fark eden satıcı: “ Dur Kardeş Ali. Şimdi senin bana sormak istediğin soruyu kendi kendime sormama izin ver. Madem olumsuz olacak bu işin sonu bunca çaban niye? İyilik ilacı niye? Benim çabalarım: 1- Zaman içinde gitgide artmakta olan kötü davranışlara ve kötü insanlara karşı iyilik kalesini takviye etmek, iyilik yapanların ve iyi insanların çoğalmasını sağlamak.
2- Köy, kasaba, şehir gibi yerleşim birimlerinde yaşamakta olan insanlara iyilik, güzellik diye bir şeylerin var olduğunu hatırlatıp doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir “ dedikten sonra kafasını kaldırmış, etrafına bakınmış: “ Eee.. Kardeş Ali! Farkında mısın bilmem, hava kararmaya başladı. Yavaş yavaş kalkalım istersen “ demiş satıcı ve Kardeş Ali ile birlikte köye doğru yola koyulmuşlar.

Satıcı o akşam Kardeş Ali’lerin evinde misafir kalmış. Yemekten sonra satıcı iyilik ilacı satma görevinin kendinden bir önceki satıcı olan hocası Mahir Bey tarafından bundan on sekiz yıl önce verildiğini, o zamanlar yirmi iki yaşında olduğunu söylemiş. İnsanlara iyilik öğretmekle geçen on iki yıl süresince pek çok iyi insana rastladığını, fakat bunları kusursuz bulmadığı için güvenemediğini anlatmış.

Satıcı: “ İyilik ilacının sırrını sadece sana anlattım, sadece sana inandım, sana güvendim. Benden sonrası için bu görevi sana bırakmak istiyorum “ deyince Kardeş Ali bu teklifi kabul etmiş. Satıcının kendi tecrübelerine dayanarak yazmış olduğu “ İnsanlara İyilik Nasıl Öğretilir “ adlı kitabı ve atlı bir araba alabilmesi için satıcının verdiği parayı almış. Zamanı gelince, köyünden ayrılıp iyilik ilacı satmaya başlayacağına söz vermiş.

Satıcı bu köyde on beş gün daha kalmış. Köyde yaşayanlara iyi insan olmanın faziletlerini anlatmış. Yaptığı iyilik aşısının tuttuğuna iyice inandıktan sonra herkesle teker teker vedalaşıp iki atın çektiği arabasına binmiş ve köylüler kendisini davul-zurna çalarak, oyunlar oynayarak yolcu etmişler. Satıcı köyden iyice uzaklaşınca düşüncelere dalmış. “ Hocamdan ayrıldıktan yıllar sonra köyün birine iyilik ilacı satmak için gitmiştim. Köye benden birkaç gün önce gelmiş olan hocamla karşılaşmıştım. Hocam bana, geç kaldın Yakup. O iyilik ilaçlarını kendin iç, demişti gülerek ve beni sevinçle kucaklamıştı. Kim bilir, belki ben de Kardeş Ali ile bir yerlerde karşılaşırım, kim bilir? “

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH
Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İleride, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş. Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış: “ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.
“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.

Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer? Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış. Neyse, kalk bakalım, Şehmuz. Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘

Etrafında toplananlara: “ Yok bir şeyim. Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim. Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş. Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar. İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.

Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek: “ Hoş geldin! Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim. Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin. Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “

“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “

“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak. ” diyerek padişah, Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.

“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır. ”

“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten. Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “

Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah: “Aman be Şehmuz, yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın. Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.

Ekim - dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim - dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.

Ertesi yıl tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.

Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış. “ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur. Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “

Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.


Yazan: Serdar Yıldırım

Gezgin Şehmuz İle Fakir Padişah - Serdar Yıldırım -Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
 
TİTREK TAVŞAN
Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı, havanın kararmasıyla birlikte, dağılıyordu. Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu. Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi. Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgâh altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı. Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla. İşte, bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı. Adı Titrek Tavşan’dı. O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu. Fakat çaresizdi. Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda. Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu. Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu. Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Havuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı.

Bir gün Titrek Tavşan, ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı. Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı, çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu. Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu. Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek, balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan, yuvasına geri döndü.

Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan, havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri. Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı, çünkü havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan, buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti. Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı.

Titrek Tavşan, bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi. Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün, yine oda havuç dolu oluyordu.

Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da, tohum atmadığı halde, toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece, odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra, havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden, odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu.

Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi. Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı, bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi. İşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı. Titrek Tavşan, vefakâr martıyı hemen tanıdı. Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının, Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu.

Titrek Tavşan, birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara gö türmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan, yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu:

“ Benim adım Titrek Tavşan
Ben, pazarda havuç satarım
İşte yanımda şimdi yavrularım
Ben, onlarla gurur duyarım
Her gün pazara gideriz biz
Tavşanlara havuç satarız..”

Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra, kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu. Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
KERTENKELENİN HAYALİ
Büyük Sahra Çölü’ nün ortalarına yakın bir yerde, uçsuz bucaksız kum yığınlarının arasında bir kertenkele yaşıyordu. Gündüzleri kızgın güneş ışınları altında yiyecek aramaya çıkmak çok zor olduğu için daima geceleri ortalık serinleyince yuvasından çıkardı. Yuvası da birkaç büyük kaya parçasının arasındaki kuytu, gölgelik, loş bir yerdi. Bir gece hava kararır kararmaz yine yiyecek aramaya çıktı, fakat saatlerce dolaşmasına karşın hiç yiyecek bulamadı. Açlık onu güçsüzleştirmişti. Gücü giderek azalıyordu, çok yorulmuştu. Artık yuvasına geri dönemezdi, çünkü hava aydınlanmaya başlamıştı ve yuvasından oldukça uzaklaşmıştı. İleri, daha ileri gitmeliydi ve mutlaka yiyecek bir şeyler bulmalıydı.

Öğle vakti olmuş ve güneş kertenkelenin tam tepesindeydi. Sıcaklık elli dereceye çıkmış ve kumlardan buhar çıkıyor gibi görünüyordu. Dayanılır gibi değildi. Çöl bir fırın halini almış ve güneş ışınları ortalığı kasıp kavuruyordu. Kertenkele güneşi, sıcaklığı unutmuş sadece yiyecek arıyordu. O, şimdi gündüzü gece zannediyordu. Sanki hava serindi ve bu serin gece bitmeyecekmiş gibi sürüp gidecekti. Kertenkele için gündüz gece olmuştu, gündüz geceleşmişti. Kertenkelenin tersi dönmüştü, bu bir ters dönmesiydi. Gözleri yarı kapalı vaziyetteydi ve gözlerinin önünde bir takım hayaller uçuşuyordu. Bu hayallerin ona yararı dokunabilir miydi? Gövdesini usulca kumların üzerine bıraktı, gözlerini kapadı. Kertenkele pek çok hayalin içinden bir tanesini seçip, o hayali kurmaya başladı.

Geniş bir dere yatağının ortasından incecik, az bir su akıyordu, dağlardan ovaya doğru. Tam sınırda küçük çağlayan vardı ve küçük çağlayandan geçen su ovaya ayak basıyordu. Hemen ilerideki ormana giren su ağaçların arasında uzun süre yol aldıktan sonra kayboluyordu, ama kuru dere yatağı ormandan çıkıp devam ediyordu taa çok uzaklardaki denize kadar. Aylardan eylül, mevsim yaz, iki aydır yağmur yağmamıştır. Ormandaki ağaçlar suya hasret kalmışlardır. Her ağaçtan bir ses, bir feryat, hepsi küçük çağlayandan şikayetçi. Küçük çağlayan ise ormandaki ağaçlara laf yetiştirmekle meşgul, altta mı kalacak, zaten suçsuz, dağlardan dere yatağına inen su çok azsa bunun küçük çağlayanla ne ilgisi var? Küçük çağlayan ne yapsın iki aydır yağmur yağmadıysa? Bu kısır döngü bir ay kadar devam ettikten sonra sonbahar yağmurları başladı. Günlerce süren yağmur dere yatağını giderek dolduruyordu. Küçük çağlayanın üzerinden aşan su ormana doğru akıp gidiyordu. Eğer yağmur böylesine şiddetle bir süre daha yağmaya devam ederse, dağlardan sel gelebilirdi. Sel gelmese bile dere yatağındaki su taşacak ve ormana zararı dokunacaktı. Bu iki ihtimali göz önünde bulunduran küçük çağlayan bir baraj yapımına girişti. Çabucak barajın yapımını tamamladı ve dağlardan gelen suyu kontrol altına aldı.

Günlerdir yağan yağmur ormandaki ağaçları suya doyurmuştu. Dereden de bol su geliyordu ormana kana kana içiyorlardı. Küçük çağlayan baraj yapmaya başladığında önce şaşırdı, ormandaki ağaçlar: “ Bu niye baraj yapıyor böyle? Ne olacak oraya baraj yapıp da? “ demeye başladılar. Sonra kızdılar. “ Küçük, bırak gelsin su, kısmetimizi engelleme. Çek, yık o barajı, başka işin yok mu senin? “ diyerek atıp tuttular. Küçük çağlayan baraj yapmaktaki amacını şu şekilde açıklıyordu: “ Buralara bir yağıyorsa dağlara beş yağıyordur. Onca su dağlarda kalmayacak mutlaka ovaya inecektir. Gelen su çok olursa sel gelir. Bana bir şey olmaz, zararı sizedir. Bu baraj seli durdurur, sele set olur. Ben de fazla suyu azar azar ovaya bırakırım. Eğer böyle olursa hiç biriniz selden zarar görmezsiniz. “

Sonunda sel geldi. Günlerdir yağan yağmurun biriktirdiği büyük su kütlesi korkunç gürültüyle gelerek baraja takıldı. Küçük çağlayanın yaptığı baraj işe yaramış ve seli durdurmuştu. Fakat barajın arkasındaki suyun basıncı gitgide artıyordu. Küçük çağlayan barajın yıkılmasını önlemek için sonsuz gayret sarf ediyordu. Bir taraftan suyu kontrollü olarak ovaya bırakırken diğer taraftan barajın yıkılan yerlerini tamir ediyordu. Ormandaki ağaçlar ise küçük çağlayanın ne yapmak istediğini anlamak şöyle dursun atıp tutmalarının dozunu arttırarak hakaret etmeye başladılar. En nihayet sel küçük çağlayanın barajını yıkamadı ama onu yıkan bu hakaretler oldu: “ Alın bakalım basmakalıpçılar. Çekiliyorum aradan. Bırak gelsin su diyordunuz. Alın suyu doya doya yıkanın “ Küçük çağlayan aradan çekilince baraj yıkıldı. Sel suları ormandaki ağaçları kökünden söküp sürükledi, götürdü.

Kertenkele kurduğu hayal bitince gözlerini açtı. Gece olmuş, ortalık serinlemişti. Yattığı yerden doğrulup yürümeye başladı. Yuvasından uzak düşmüştü ama oraya varacağını biliyordu, çünkü kendisini oldukça zinde hissediyordu. Bu durum ne kadar devam ederdi bak işte onu bilmesine belki de imkan, ihtimal yoktu. O zaman bu sahte canlanmaya pek güvenilmezdi. Bir an önce yiyecek bulup karnını doyurmalıydı. Kertenkele yuvasına varıncaya kadar birkaç yerde yiyecek bulup karnını doyurdu. Yuvasının bir köşesine yattığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Nasılsa güneş yine ortaya çıkacak ve çöl dayanılmaz şekilde sımsıcak olacaktı. Güneşin kertenkeleye artık bir zararı dokunamazdı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Kertenkelenin Hayali - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 Sayfa
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa: 20-31
Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi- Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 254-257
İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
 
[FONT=&quot]KIRLANGIÇ İLE SERÇE[/FONT]
[FONT=&quot]SARAYIN SÜTÇÜSÜ ( AYŞECİK İLE YASEMİN SULTAN )[/FONT]
[FONT=&quot]GÜLHANE PARKI ( BÜCÜR ZÜRAFA )[/FONT]
[FONT=&quot]GEZGİN ŞEHMUZ ( GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH )[/FONT]
[FONT=&quot]GÜZEL BİR YAZ GÜNÜ ( ANNE GÜVERCİN )[/FONT]

[FONT=&quot]Yazdığım bu hikayeler Pakistan'ın Lahore şehrinde bulunan Punjab Üniversitesi'nden öğretim görevlisi Dr.Abdul Majid Nadeem tarafından hazırlanan TÜRKÇE DİLBİLGİSİ kitabının TÜRKÇE METİNLER bölümünde çıktı. Hikayeler 106 - 115 sayfaları arasındadır. Hikayelerin altında adım yazmaktadır.[/FONT]

[FONT=&quot]Kitabın yazarı: Abdul Majid Nadeem[/FONT]
[FONT=&quot]University of the Punjab, Lahore, Pakistan, Arabic, Faculty Member[/FONT]

https://www.academia.edu/37369107/Tu...8P9lYZnR6UstZ4

[FONT=&quot]Linki tıklayınız. Gelen sayfanın yüklenmesi için, birkaç saniye bekleyiniz ve sayfayı yukarı doğru kaydırınız. İyi okumalar.[/FONT]
 
İNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.
Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.
Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “
İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
ÇAKAL GORO İLE SİNCAP METO
Çakallar istasyonundan yolcularını alan tren hareket etmişti. Trenin düdüğünü sincap son kez çaldı ve tren maymunlar ormanına doğru yol almaya başladı. Çakalların başkanı Goro buraya bir tren hattı yapılması fikrini ortaya attığında maymunların sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Goro kuru gürültüye pabuç bırakan cinslerden değildi. Projesini gözden geçirdikten sonra Ormanlar Kralı aslanın huzuruna çıkarak yapmak istediklerini anlattı. Hazırladığı planın taslaklarını gösterdi. Bunun üzerine aslan bir haberci göndererek maymunların dört temsilci yollamalarını istedi. Temsilciler Goro’yu dinleyince neden daha önce bu projeye karşı çıktıklarını anlayamadılar. Öyle ya, maymunların tüketmediği sebze ve meyveler çürüyüp, ziyan oluyordu. Çürümüş sebze ve meyvelerin kokusu bazı zamanlar öylesine çekilmez oluyordu ki, maymunlar, ağaçların üst dallarına tırmanarak bu pis kokunun etkisinden kurtulmaya çalışıyorlardı. Proje sayesinde ihtiyaç fazlası sebze ve meyveler satılıp, kazanç sağlanacak ve koku sorunu çözümlenecekti. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki?

Ormanlar Kralı aslanın başyardımcısı kara panter toplantı dağıldıktan sonra kendini saraydan dışarı zor attı. Toplantı yapılırken kıskançlık duyguları içini kemirmişti. Bu Goro ne çekilmez bir çakaldı. Konuştukça açılmış, projesini anlatmış, herkesi ikna etmeyi başarmıştı. Kral aslan ise, ağzı açık dinlemişti Goro’yu ve ona hayranlığını söylemekten geri kalmamıştı. Eğer tren hattı kurulursa kral aslanın Goro’ya olan hayranlığı artacak ve belki de başyardımcısı yapacaktı. Hemen gidip eski dostu boz ayıyı bulmalıydı ve bu projeyi engellemeliydi. Bunun başka çıkar yolu yoktu. Kara panter boz ayıyı mağarasında buldu, olanları anlattı ve yardım etmesini istedi. Boz ayı kara panterle aynı görüşte değildi. Projenin pek çok orman hayvanına faydası büyük olacaktı. Kendisi de mağarasının önünde sergi kurup armut satacaktı. Ne biliyordu ki, kral aslanın Goro’yu başyardımcısı yapacağını? Kara panter boz ayının yanından ayrılırken kuş gibi hafiflediğini hissetti. Sanki sırtında yükle gelmişti ve yükü mağarada bırakmış gidiyordu.

Tren hattının ulaşıma açılması altı ay sürmüştü. Daha sonra tren törenle maymunlar ormanına doğru yola çıkmıştı. Goro, trenin makinisti sincap Meto’nun yanına gelerek: “ Vay Meto, nasılsın? Nasıl gidiyor tren? “ diye sordu.
Meto: “ İyiyim, sağ ol ” dedi, gülümsedi. “ Tren tıkır tıkır gidiyor.”
“ Meto, sence kötü mü ettik tren hattını kurmakla? “
“ Bak şimdi. Sana kötü ettin diyen oldu mu? Tabii ki, iyi ettin. Çakallar birbirleriyle hırlaşmaktan, maymunlar birbirleriyle didişmekten kurtuldu. Tren hattı sayesinde pek çok orman hayvanı iş sahibi oldu. “
“ Meto, şu derin vadideki ırmağın nasıl hızla akıp gittiğini görüyorsun değil mi? “
“ Evet, görüyorum. Ne olmuş yani akıp gidiyor işte? “
“ Akıyor, akıyor da boşa akıyor. “
“ Ne yapacak yani doluya mı akacak? “
“ Tabii doluya akacak. Bak tam şuraya bir baraj yapılsa ovaya akan su kontrol altına alınır, yağmur mevsiminde her yanı su basmaz. Ayrıca elektrik elde edersin. Ormanı lambalarla donatırsın, orman ışıl ışıl olur. Geceleri ormanlılar birbirini yiyor, ortalık aydınlanınca katliam yavaşlar. Bazı hayvanların neslinin tükenmekte olduğunu sen de biliyorsun. Hani senin sincap arkadaşların? Birkaç yıl önceye kadar yüzlerceydiniz, şimdi kaç tane kaldınız? Tavşan doluydu, kuş doluydu buralar, hani şimdi neredeler? Yazık değil miydi onlara? İşte ben bu kötü gidişe dur diyeceğim. Tren işi ormanlılara sevgiyi aşıladı, baraj işi sevmeyi öğretecek. Muhakkak ki gerisi gelecek, ama bunu sana söylemek için çok erken. Sen kafa yapın almasa da yanlış desen de bütün söylediklerimin doğru olduğunu kabul etmeye çalış. “
“ Kafa yapım almasa da doğru olarak kabul etmeye çalışıyorum işte. “
“ Bravo Meto, çak elden. Tren işinde olduğu gibi baraj işinde de beraberiz değil mi? “
“ Sen başkalarına yararlı olabilmek amacını güttüğün sürece daima yanındayım. “
Goro, hazır olduğuna inandığı an harekete geçti. Baraj yapımı pek çok ormanlıya iş imkânı sağladı. Sponsor yine Goro’ydu. O, tren işinden kazandığını barajın yapımına harcıyordu. Baraj üç yıl süren yorucu bir uğraş sonunda tamamlandı. Goro önüne çıkarılan engelleri zorlukla aşmasını bildi. Yırtıcı hayvanlar yüreği sevgiyle çarpan Goro’yu parçalamak için bir araya geldiler. Nefretle, kinle üstüne gittiler. Goro bunlara şiddetle karşı koydu. Barajın yapımından vazgeçmek istediği zamanlar oldu, ama vazgeçmedi ve barajın yapımını bitirdi. Orman şimdi geceleri ışıl ışıl. Katliamlar azalmış durumda ve tamamen bitmesi için ne yapması lazım geldiğini düşünüyor, Goro: “ Yakın bir gelecekte sevgi çiçekleri yeşerecektir ormanda ve her şey çok daha güzel olacak. Ben buna inanıyorum “ diyor.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çakal Goro İle Sincap Meto - Karaca Yayınları - Yayın Yılı: 2018 - 32 sayfa.
 
KIZILDERİLİ MASALI
Evvel zaman içinde küçük bir oğlu olan bir Kızılderili reisi varmış. Bu Kızılderili reisi oğlunu usta bir avcı olarak yetiştirmek istediğinden her gün ormana avlanmaya götürürmüş. Günlerden bir gün ormanda avlanırken, Kızılderili reisin oğlunu maymunlar kaçırmış. Kızılderili reisi daldan dala atlayarak kaçan maymunları uzun süre takip ettikten sonra izlerini kaybetmiş. Daha sonraki birkaç gün oğlunu arama çabalarını sürdüren Kızılderili reisi, umudunu kaybetmiş ve üzgün bir şekilde kabilesine geri dönmüş.

Aradan günler geçmiş. Fakat geçen günler gideni geri getirmediğinden üzüntüsü artan Kızılderili reisi, oğlunu bulmadan rahat olamayacağını anlayarak, en güvendiği adama kabilenin yönetimini bırakmış, oğlunu aramaya çıkmış. Kızılderili reisi yıllarca dağlarda, ormanlarda oğlundan bir iz bulmak umuduyla dolaşmış, durmuş. Oralarda gördüğü avcılara maymunların kaçırdığı oğlunu anlatmış. Oğlunun akıbeti hakkında bir şey bilip bilmediklerini sormuş. Avcılar böyle bir durumdan haberleri olmadıklarını söylemişler. Kızılderili reisi yılmadan, usanmadan arayışlarını sürdürmüş. Dağlarda, ormanlarda yüzlerce kez ölümle burun buruna gelmiş. Pek çok vahşi hayvanla gırtlak gırtlağa gelerek hayatını savunmuş. Yaralarını kendisi tedavi etmiş. Kızılderili reisin akıllara durgunluk veren var olma savaşını ve oğlunu bulmak için gösterdiği sonsuz gayreti sürekli olarak izleyen Manitu, sonunda, onun oğluna kavuşması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak yardımcı olmaya karar vermiş.

Bir gün, bir ormanda Kızılderili reisi oğlunu ararken, yerde yatan yaralı bir maymun görmüş. Kızılderili reisi maymuna biraz su içirince, maymun gözlerini açmış ve Manitu’nun izniyle dile gelmiş: “ Reis biliyorum, oğlunu arıyorsun. Merak etme, yakında oğluna kavuşacaksın. Oğlunu maymunlar sultanı kaçırmıştı. Çok yaşlanmıştı. Tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Diğer maymunları ise sultan olabilecek yeterlilikte görmüyordu. Senin oğlunu görünce çok beğendi. İşte maymunların yeni sultanı dedi. Yaşlı sultan birkaç yıl sonra öldü. Senin oğlun maymunların sultanı oldu. Yaşı küçüktü ama çok cesurdu, çok yetenekliydi. Hiçbirimiz onun gözlerine bakmaya cesaret edemiyorduk, ondan korkuyorduk. Bu korku, ona duyulan saygının bir nedeni olsa gerek. Ayrıca çok da adaletliydi. Maymunlar arasındaki ilişkilerde olsun, maymunlarla diğer ormanlılar arasındaki ilişkilerde olsun haksızlık olmasına, hak yenmesine izin vermezdi. Doğruluk onun temel prensibiydi. Bu nedenlerden dolayı ona birer köle gibi itaat ettik. Şimdi on sekiz yaşında ve genç bir insan oldu. Uzun boylu, yakışıklı ve hayli güçlü. Birkaç gündür bu ormanda bulunuyor. Nedenini bilmiyorum. Güneşin battığı yöne doğru git. Onu yerde değil, ağaç dalları arasında ara. Ararken de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye ara sıra bağırırsın. O, senin çağrına uyarak yanına gelir. Benim adım Bonte’dir. Daldan dala atlarken yere düştüm. Sıradan bir maymun sayılırım. Ölümüm fark edilmez bile. Bunlar son sözlerimdir. “
Kızılderili reisi Bonte’yi gömdükten sonra güneşin battığı yöne doğru uzun süre gitmiş. Arada bir de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye bağırmış. Nihayet ağaç dalları arasında genç sultan gözükmüş ve aşağı inerek babasının yanına gelmiş. Baba oğul daha sonra hasretle kucaklaşmışlar.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kızılderili reisi oğluna; “ Gel oğul, kabilemize dönelim. Ben orada, sen de benim yanımda gereksin. Kabileden güzel bir kız seçer, evlenirsin, bana bir torun verirsin “ deyince oğlu da “ Baba hakkın var, söylediklerin olacak. Fakat hemen seninle dönmemi isteme benden. Nedenini de sorma. Sadece sen kabileye döndükten sonra benim de geleceğimi bil yeter. “
Kızılderili reisi oğlundan ayrıldıktan iki ay sonra kabilesine geri dönmüş. Döner dönmez de kıskıvrak yakalanıp işkence direğine bağlanmış. Gün dönmüş, akşam olmuş. Tamtamlar çalmaya başlamış. Orta yere yakılan ateşin çevresinde Kızılderili savaşçılar toplanmışlar ve reisin gelerek töreni başlatmasını bekliyorlarmış. Az sonra büyük çadırdan reis çıkmış ve tören alanına doğru yürümeye başlamış. İşte tam bu sırada korkunç bir çığlık duyulmuş, çığlığı atanın bir sarmaşığa tutunarak alana indiği ve reisin üstüne atıldığı görülmüş. Maymunların sultanı reisi etkisiz hale getirip ayağa kalktıktan sonra bir ıslık çalarak yüzlerce maymunun alana gelmesini sağlamış.

Ne olup bittiğinin farkına varamayan ve şaşkın bir halde bakınıp duran Kızılderili savaşçıları maymunlar sultanının “ Ben işkence direğinde bağlı olan reisin oğluyum. Birçoğunuz beni hatırlarsınız. Maymunlar beni kaçırmıştı. Sonra ben maymunların sultanı oldum. Burada yüzlerce maymun var, ormanda ise binlerce. Silahlarınızı atın ve teslim olun. Hiçbirinize bir şey olsun istemem. Babam yine reisiniz olacak ve kabilede eskisi gibi her şey çok güzel olacak “ demesi üzerine silahlarını atıp teslim olmuşlar. İşkence direğinde bağlı bulunan babasını kurtaran maymunların sultanı, daha sonra babasının yıllar önce kabileden ayrılırken yönetimi bıraktığı en güvendiği adamı ve birkaç Kızılderili’yi bir çadırda bağlı olarak bulmuş ve kurtarmış.
Maymunların sultanı iki yıl önce kabilesine geri dönerken ormanda çocukluk arkadaşlarından birkaçına rastlamış. Onlardan kendisi kaçırıldıktan sonra babasının onu aramaya çıktığını ve kabilenin yönetimini en güvendiği adama bıraktığını öğrenmiş. Fakat altı ay önce bir komplo ile yönetim değişikliği olduğunu ve şimdiki reisin yönetimi ele geçirdiğini söylemişler. Hiç mi hiç memnun değillermiş yeni reisten. Bunun üzerine maymunların sultanı kabileye gitmekten vazgeçmiş ve babasını aramaya çıkmış. Sonunda babasına kavuşan maymunların sultanı babasını kabileye geri dönmeye ikna ettikten sonra maymunlarıyla birlikte babasını takip etmiş. Babasının hiçbir şeyden haberi olmaması lazımmış, çünkü hazırladığı planında zorba reisin şüphelenmemesi ve onu kabilenin gözü önünde alaşağı etmek varmış. Maymunların sultanı babasına verdiği sözü tutarak kabileden güzel bir kızla evlenmiş. Doğruluk ve adalet ilkelerinden ödün vermeden yaşamını sürdürmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
Geri
Üst